banner94

Siz bana bakmayın… Ne yazdıklarım kadar samimi ve içten, nede çok ince ve naif biriyim. Her konuyu derin ve dipli düşünen, akıl algısı geniş ve güçlü birisi olmadığım da bilinmeli. Hele ki, hassas ve duygusal biri olmadığım gerçeğini de söylemekte bir beis görmüyorum. Her insanda var olan algı ve düşünce yeteneği, his ve sezgi gücü bende de var; bu yazımda olduğu gibi bazen pat diye ortaya çıkıveriyor işte. Daha açık bir ifadeyle her şey olağan, olağanüstü bir durum yok.

Mecidiye Tabyasının tam arkasına düşen yamaçta, bakımlı bahçeler içinde şımarıkça duran birkaç villa gözüme çarpıyor; tam boğaza karşı kurulmuş, keyifle güneşleniyorlar. Seyit Onbaşının heykeli sanki bu villalara sırtını kasten dönmüş, buraya yakışmıyorsunuz dercesine sıkıntılı. Bu sıkıntı bana da yansıyor, yoğun bir kasvet çöküyor içime. Ne villaya karşıyım, nede villada oturanlara ama binlerce şehidin son nefesini verdiği bu topraklara yakışmadıklarını düşünüyor ve de hissediyorum. Bu kanaati benim gibi taşıyan bir sürü insanda vardır ve olmalı; benim yaptığım sadece dile getirmekten ibaret.

Yoğun bir kalabalık var etrafta, gruplar halinde dolaşıyorlar, çoğunluk öğrenci. Başlarında durmadan konuşan rehberleri… Belediyemiz Basın Bürosunda görevli Yusuf ÇETİNTAŞ yanımdan geçiyor o sıra. Medet umarcasına gayrı ihtiyari şu sözler dökülüyor dudaklarımdan: “Burada Mehmet Akif konuşur, herkes susmalı…” Rehberlerin o gayretkeş laf kalabalığı arasında kaybolup gitmiş olabilir kuru ve kısık sesim. Duydu mu, yoksa öylesine mi yüzüme baktı tam bilemiyorum, gülümsedi ve usulca geçip gitti yanımdan. Biraz ileride aynı otobüste yolculuk yaptığımız yine Belediyemiz görevlilerinden Uğur DEMİRBAŞ gözüme çarpıyor; Seyit Onbaşının heykeli önünde resim çekmekle meşgul. Temiz ve güleç bir yüzü var Uğur DEMİŞBAŞ’ ın; her insana nasip olacak bir lütuf değil bu. Yusuf ÇETİNTAŞ her haliyle nasıl kibar ve yakışıklı ise, Uğur DEMİRBAŞ’ da temiz ve güleç yüzüyle hemen dikkati çekiveriyor. O ana kadar fark etmemiştim bu özelliklerini; belki de fark ettim de, zihnimde şekillendirip kelimelere dökmedim. His ve duygularımızı, dünya telaşı içinde hep ötelemek alışkanlığımız oldu ya…

Neden yazıyorum bunları, Seyit Onbaşı olabilecek birilerini arıyorum kalabalık arasında; heykel soğukluğundan kurtarmak ve insan sıcaklığına kavuşturmak için. Ben ne güne duruyorum, neden Seyit Onbaşı ben olmayayım, neden geri plana itiyorum kendimi. Benim hikâyem hem uzun, hem de çürük; Seyit Onbaşı benimle ne anlam kazanır, nede mana. Değer kaybına uğrayacağı da bir ihtimal.

Eşim; “…bizde resim çektirsek, hatıra olurdu.” Diyor etrafındaki insanlara öykünerek; ne kameralı telefonumuz var, nede fotoğraf makinemiz. Birilerine rica etsek olur mu? Sanıyorum Uğur DEMİRBAŞ’ a ricada bulunuyor utana sıkıla; benim gözüm karşı yamaçta boğaza karşı kırıtan, keyifle güneşlenen villalarda. “Çanakkale… Nasıl düştü bu hale…”

SEDDÜLBAHİR ve Ertuğrul koyuna geliyoruz daha sonra. İngilizlerin çıkarma yaptığı, hayli kayıp verdikleri o daracık sahil hemen altımızda. Bakımlı ve özenle düzenlenmiş mezarlığı var İngilizlerin; Ertuğrul koyuna bakan dik yamaçtan seyrediyoruz. Bu koya çıkarma yapan birlik özel yetiştirilmiş; karşılarında bir avuç Türk Askeri. Cesetlerle dolmuş daracık koy, kana bulanmış mavi sular. İçim kaldırmıyor, kan beni tutar. Rehberimiz Mustafa Bey burada yaşananları anlatırken uzaklaşıyorum yanından.

Boğaz bütün haşmetiyle önümüzde ve kımıldayıp duruyor mavi, mavi. Güneşin pırıltıları düşmüş sulara, göz kamaştırıyor. Artık iyice aklıma oturuyor İtilaf Devletlerinin en akıllısı ve siyasi zekâya sahip olan İngilizlerin bu boğazı geçmek, Anadolu topraklarına çıkmak için verdikleri amansız ve acımasız mücadele. Bu boğaz, bu topraklar ve burada hala canlılığını koruyan insanlık tarihi binlerce kayıp vermelerine değer. Nasıl canhıraş bir şekilde bizim bu boğazı, bu toprakları ve bu tarihi mirası koruma, sahip çıkma ve yurt edinme gayret ve azmimiz olmuş, 18 Mart 1915 de ortaya çıkmış ve yaşanmışsa. Hâlâ devam ediyor mu bu gayret ve azim… Böyle bir soru olamaz, olmamalı…

İnsanlık tarihi içinde milletlerin kazandıkları genel özellikleri var; hala muhafaza etmeye çalıştıkları kimliklerine dayalı karakterleri de denebilir. İncelendiğinde İngilizlerin oldukça akıllı ve üstün bir siyasi zekâya sahip oldukları ortaya çıkıyor. Almanların ön plana çıkan kimliklerine bağlı karakterleri çalışkan ve dürüst olmaları. Araplara da bakmış araştırmacılar, sözlerine sadık ve cömert olduklarını keşfetmişler. Türkler, yani bizim hakkımızda oluşturdukları genel kanaatte ise itaat ve cesaret varmış. Ya, Yunanlılar nasıl bir özellik veya karaktere sahipler; uçuk ve şımarık. Ertuğrul koyuna bu gözle baksam, burada verilen mücadeleyi bu anlayışla değerlendirmeye çalışsam da nafile; akılım bir yere kadar geliyor ve duruyor. Zorlamak boşuna…

Deniz her yerde var… Her göze fer olan, her gönle aşk düşüren ve her ruha şevk kazandıran bu mavilik her yerde var mı? Basmaya kıyamadığım bu toprak her yerde var… Kokar mı hiç böylesine burcu, burcu… Yurt, memleket ve vatan üç kelime ama bu üç kelimeye bizim gibi anlam ve amaç veren, gönül düşüren, ruh kazandıran bir başka millet var mı? Olsa bile, Âşık Veysel gibi: “Benim sadık yârim kara topraktır.” Diyen bir ozanları var mı? Toprak nasıl yâr olur… Ya alın teri dökülür, ya gözyaşıyla sulanır yahut şehit kanlarıyla hududu çizilir… Kolay mı bu… Kolay tembelin işidir; zahmet aklın, iradenin ve vicdanın tek seçeneği. Biz zahmette rahmet bulmuş bir milletiz… Kolay nasıl bizim işimiz olabilir ki. Hala öyle miyiz? Bu bir yaklaşım bile olamaz, asla olmamalı…

Ertuğrul Koyuna bayılıyor eşim, kadın hassasiyeti denemez buna; Anadolu kadınına özgü bir huy, alışkanlık veya sezgi olabilir ancak. Küçük çapta bir Pazar kurulmuş, Seyit Onbaşının küçük minyatürleri, Çanakkale Şehitlerine dair figür ve resimler. Bir şeyler alma gereğini duyuyoruz küçük, sevecen ve kalender stantlardan. Çokta ucuz… Eyvah, Çanakkale ucuza gitmemeli…

Aynı otobüste yolculuk ettiğimiz bir arkadaş ve eşi de bizim yaklaştığımız standın başında; bizi görünce şöyle söyleniyor arkadaş: “İnsan burada kendisini kaybediyor.” Arkadaşın hayli esmer ve derin çizgiler taşıyan yüz hatlarına bakıyor ve yutkunuyorum: “Neden kendinizi bulmuyorsunuz da kaybediyorsunuz…” diyorum gayrı ihtiyari. Bu tuhaf cevap karşısında esmer yüzü biraz daha kararıyor, derin çizgiler daha bir derinleşiyor. Cevap vermek yerine duraksıyor, benim gibi yutkunduğunu fark ediyorum. Devamla: “Ben kendimi buldum, kopan elimi, kolumu, bacağımı. Korkularımı buldum, cesaretimle birlikte. Toy gençliğime kavuştum, özlem dolu, hasret yüklü. Yakınımda patlayan top mermilerinde yüreğim hopladı, mideme kramp girdi. Hemen yanı başımda tertibim can verdi bir şarapnel parçasıyla. Fışkıran kanı yüzüme sıçradı; sıcaktı, sımsıcaktı. Titredim, ürperdim ve donup kaldım. Henüz on yedi yaşındaydım, belki de on dokuz. Benden nasıl kahraman olur, nasıl destan yazarım ben… Can dostum Kırşehirli Arif’i bile kurtaramamışken…” Bu sözleri tek, tek söylediğim sanılmasın; söylemek isterdim ama dinleyen olur muydu? O hay huy arasında kimin kulağına girerdi bu kurduğum cümleler. İçimden geçenler dilime düştü mü tam hatırlamıyorum.

Artık fazla uzatmayacağım bu yazımı. Anafartalar’a geldiğimizde yıllardır beynimi tırmalayıp duran Mustafa Kemal ATATÜRK’ e ait şu sözün gerçek mahiyetini anlatmakla son noktayı koyacağım.

“Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum…” Bir komutan nasıl olurda böyle bir emir verebilir düşüncesiyle hep meşgul ettim aklımı. Aslında bu emir şöyle olmalıydı; “Ben size ölmeyi değil savaşmayı emrediyorum.” Ne ki, diğer adıyla Conk Bayırına gelince Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün bu emrinin gerçek anlam ve amacını kavradım. O şartlar altında savaşmak değil ölmek kurtarırdı vatanı ve de bu milleti. Savaşmak imkânsız hale gelirse kaçmak yakışmazdı Türk Askerine; yani Mehmetçiğe… Yakışan ölmekti ve bu emir doğru zamanda, doğru yerde, doğru kelimelerle, doğru askere verilmişti.

Ey Komutanından ölüm emrini almış asker; şairin sana ne diyor dinle:

“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,”

“Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın…”

Benim aklım ve gönlüm o kadar dar, o kadar sığ ki; seni ancak bu kadar anlar ve bu kadar anlatabilirim… Beni affet…


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26