banner94

Bilinçsiz, şuursuz ve boş bakışlı kalabalıklardan hep korkmuşumdur; dost, arkadaş, tanıdık bir yana, karşımdaki en acımasız düşman dahi olsa, bakışları net, şuuru açık ve bilinci yerinde olmalı ki, verdiğim mücadelenin, girdiğim kavganın, hatta o acımasız ve kanlı savaşın bir anlamı, bir maksadı ve bir değeri olsun. Verdiğim mücadeleyi kaybetsem, girdiğim kavgada dayak yesem, o acımasız ve kanlı savaşta yenik düşsem bile; içim yanmasın, gönlüme koyu ve karanlık gölgeler düşmesin, boş yere hayıflanıp durmayayım senelerce… Neden, niçin ve nasıl oldu diye kafa yorup durmayayım, derin ve kara düşünceler içinde kalmayayım.

Çanakkale’de verilen o mücadele, girişilen o kavga, o acımasız ve kanlı savaş akıl doluydu, bilinçli ve şuurluydu, iman ve inanç yüklüydü; göz baktığını görüyor, şuur açık, bilinç yerinde, akıl algısı net ve duruydu. Öyle olduğunu ve öyle yaşandığını Gelibolu’ ya ilk ayak bastığım anda anladım.

Peki, neden yazı başlığını “Çanakkale… Nasıl düştü bu hale…” diye koyma gereğini duydum. Yoksa bilinçsiz, şuursuz ve boş bakışlı kalabalıkların uğrak yeri mi olmuş Çanakkale; buna mı vurgu var yazıda… Hayır, bu çok ağır bir itham, suçlayıcı bir ifade olur; yapamam, dilim varmaz buna. Ne ki, Çanakkale’ nin geçmişinde gördüğüm o bilinç ve şuuru, o idrak, iman ve inancı, tahayyül ettiğim ve tasavvurumda şekillendirdiğim hal, vaziyet ve manevi ortamı, içinde bulunduğum zaman dilimi içinde yakalayamadım. Karşılaştığım insanların gözbebeklerinde, hele hayranlık ifade eden bakışlarında tam ve net göremedim; bu gerçeği de yazmadan edemezdim. Hiç olmazsa yazı başlığında böyle bir ima olsun, bu imada da birazcık sitem koksun istedim.

Boş değildi bakışlar ama garip ve anlamsız bir hayranlık vardı; bu yüzden yayıldı içime kızgınlık; kızmakta denemez buna, incinmek belki. Hayranlık, bence gereksiz bir akıl tutulmasıdır; bilinçsizliğin ve şuursuzluğun ilk belirtisi, anlamsızlık boşluğuna düşmenin ilk ve açık bir alametidir; hep böyle yorumlarım hayranlığı. Çünkü örnek alınmayana, bir daha yaşanmayacak olana hayranlık duyulur. Oysa Çanakkale’de yaşanan tarih örnek almamız gereken, hatta hayatımızın her safhasında tekrar, tekrar yaşamamız gereken bir zaman dilimi. Vermemiz gereken bir mücadele, girmemiz gereken bir kavga, çekinmeden canımızı ortaya koymamız gereken acımasız ve kanlı bir savaş. Öyle oldu ve bir daha da olursa da öyle olur diyebilmeliyiz; hayır olmaz, bir daha yaşanmaz diyenlere karşı…

Söz burada bitmez ama hitap durur; muhatap yoksa hitaba gerek duyulur mu? Ben duymam; merhum Mehmet Akif duyuyor mu bakalım:

 

“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,”

“Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın…”

 

Şairler, kaynar suda eriyen toz şeker gibidir; zamanın içinde erirler, geçmiş, bugün ve gelecek arasına yayılır, siner ve sirayet ederler. Böyle bir akıl, gönül ve ruh sahibi insanlardır şairler. Bu ruha, bu gönle, bu akla sahip şairler listesinin başında da merhum Mehmet Akif ERSOY gelir. Nasıl bu iki mısrada kaynar suda eriyen toz şeker gibi zamana yayıldığını, sindiğini ve sirayet ettiğini anlamak ve idrak etmek mümkünse. Bunu anlatacak, izah edecek, ola ki takdir edecek akıl bende yok, bu gönül kapısını aralamış biri ben değilim, bu ruhu ortaya çıkarmak için ne yüreğimde azim var, ne bedenimde gayret. Sadece dile düşüveren birkaç cümledir yazdıklarım.

Mehmet Akif hâlâ anlaşılmadı ve anlaşılamayacaksa, Çanakkale’yi anlamak, anlatmak ve yaşamak nasıl mümkün olur. Bence asla… Öyleyse, o makberi kazacak ne yürek, nede bilek sahibi elbette ortaya çıkmaz ve kazmaya çalışmakta abes kaçar. Hele ki, o toprağa vurulacak kazma hala icat edilmemiş ve bu gidişle edilmeyecekse. O muazzez şehitlerin kanıyla yoğrulmuş toprağa ancak göstermelik mezarlar kazılabilir ama bu yapılan kimi tatmin eder ki. Beni asla…

Tarih, zamanın namusudur, şerefi ve onurudur; her tarihçi bu namusu korur, bu şerefi ve onuru üzerinde taşır ve taşımalıdır. Tarih abartılara teslim edilemez; şişirilmeye, hele köpürtülmeye hiç gelmez. Çanakkale topraklarına sinmiş tarihe hakaret olur her abartı; hele şişirme ve köpürtmeler şehitlerin kanına dokunur. Onların bıraktığı tarih mirasını yok pahasına satmak olur bu; biz mirasyedi miyiz?

Bir gün önce yağan şiddetli yağmur dinmiş, güzel bir bahar gününü yaşıyordu Gelibolu; çimenler göz alıcı yeşillikte, çiçekler sevgi ve muhabbet yüklü gönüller gibi huzur ve umut verici. Hafiften esen kıştan kalma rüzgâr da olmasa soyunup, dökünmek geçiyor insanın içinden.

Belediye Hizmet binasının önünden hareket ettiğimizde tarih 22 Mart 2013 Cuma akşamını, saat 21.30 sularını gösteriyordu. Gelibolu’ ya bir gün sonra 23 Mart Cumartesi günü sabahın ilk saatlerinde inmiştik; on saati bulmuştu yaptığımız yolculuk. Uzun süren bu gece yolculuğu sırasında hiç uyumadım dersem yalan olmaz; yanıma aldığım Ahmet ÜMİT’ e ait Kukla adlı kitabı okumaya çalıştım. Tepemde yanan kör ve sarı ışığa rağmen… Neden Çanakkale’ye ait bir kitap değil de, biraz siyasi, biraz polisiye, biraz da gizem ve karmaşa içeren bir kitaptı okuduğum. Mehmet Akif, Çanakkale için yazdığı o muhteşem şiiri, Çanakkale’de verilen ve insanlık tarihinde eşine zor rastlanan savaşı görmeden ve yaşamadan yazmıştı. Tahayyül ve tasavvur ederek kaleme almasının bir nedeni olmalı diye düşünüp durmuştum yıllarca. Sonra bir cevap düştü aklımın en karışık bölümüne. İnsan gördüğünü ve yaşadığını kaleme almaya kalkarsa duygularını terk ederek salt gerçekleri anlatmak zorunda kalıyor. Duygudan arınmış kronolojik tarih bilgilerine karşı milletçe uzak duruşumuz sebebi bundan dolayı olabilir mi? Çanakkale hakkında aklıma sinmiş, hafızamda birikmiş bütün bilgileri silmek adına ilgisiz bir kitabı bu yüzden seçmiştim.

Zihnimi burada yaşananlarla doldurarak Çanakkale’ye varırsam, anlamsız bir boşluğa düşmekten, hayal kırıklığına uğramaktan, tahayyül ve tasavvurumda ki Çanakkale’yi bulamamaktan korkmuş da olabilirim. Kitabi ve kuru bilgilerle, gördüklerim arasında sıkışmak ve bunalıma düşmek kaygısı da denebilir buna. Bu yüzden beynimi alakasız bir kitabın satırlarını okuyarak boşaltmak ihtiyacını duymuştum. Doğru veya yanlış, bu yolu seçmiştim.

Sabah kahvaltısı vermek için sahil kenarında otantik bir mekânı seçmişti otobüs şirket. Sabahın berraklığı, ağaçlardaki bahar tazeliği, çimenlerin o gönül açan duru ve durgun yeşilliği, denizin kımıldayıp duran huzurlu maviliği iç içe geçmiş, büyülü ve esrarengiz bir ortam hazırlamıştı bizlere. Uyuşmuş bir beyin ve bacaklarla otobüsten inince, sihirli ve gizemli bir âleme ayak basmış gibi oldum.

“Toprağa ayak basmakta tereddüt ettim bir müddet; belki de kıyamadım. Kendimi layık görmemekte denebilir buna, belki de halel getirmek korkusu. Ama yer çekimi vardı ve basmak zorundaydım. Şehitlerin ruhuyla arınmış havayı teneffüs etmekten çekindim bir süre; havadaki o manevi atmosfer ciğerlerimi yakar çekincesi de olabilirdi bu; ama havasız da yaşanmıyor ki.”

Önce bu duygu ve düşüncelerle yanmaya başladı gözlerim, sonra ağır, ağır uykusuzluk bastırdı. Görünmez, bilinmez ve anlatılmaz bir yük binmişti omuzlarıma; ezmeyen, yormayan ama git gide ağırlaşan, ezen ve çökerten. Oturmak ve hıçkıra, hıçkıra ağlamak istedim bir an; lakin gözlerimdeki yangın kurutmuştu gözyaşımı; tek damla düşmedi. Eşimin bakışları hep üzerimde, insan otuz sekiz senelik hayat arkadaşını tanımaz mı? Duygusal zekâ insandaki algı ve takip gücünü artırıyor olmalı.

Tam bu noktada küçük bir parantez açmak ve şunu vurgulamak istiyorum: “Ben kendimi mi yoksa Çanakkale’ yi mi anlatmalıydım.” Yazıya başlamadan önce hep bunu düşündüm. Çanakkale’yi anlatmaya kalksam buna gücüm yetmez. Çünkü ne tarihçiyim, nede bu konuda yeterli bilgim var; cesaret edemedim. Gördüklerimi yazmaya kalksam buda bir gezi notuna dönüşür, duygudan ve ruhtan azade. Birkaç gün karamsar kaldım. En iyisi her zaman yaptığımı yapmak ve içimden gelenin peşine takılmak… Lütfen böyle okuyun, tenkit ve eleştirileriniz olursa bu boyut ve bağlamda olsun.  (Devam edecek…)


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26