banner94
BABAMIN  ÇORAPLARI…(2.Bölüm)

“Bir hikâyesi yoktu babamın; çünkü hiç masal dinlememişti…”

Çok ağırdan aldı gün, ışımak istemedi sanki. Uykusuzluktan olsa gerek gözlerim hafiften yanmakta; yoksa grip mi olacağım. Gribe yakalanacağım zamanlarda böyle olurum. Gözlerim gibi boğazımda da bir yanma başlar, yutkunma zorluğu çekerim.

Perdenin açık uçundan ağarmakta olan havaya bakıyorum, yeni bir gün ama dünden farkı olmayacak. Bu düşünce zihnime düşerken içim sızlıyor birden. Etkisiz kalanın değersiz olacağı fikri sarıyor her bir hücremi; yapılacak ne var, ne yapabilirim: Hiç… Ah bu hiçler bitiriyor beni, yeniden var etmek istercesine. Hiçliği bilmek ama hiç olarak kalmamak, hiçliğe can vermek, davranışa dönüştürmek ve hayata katmak lazım…

Uykusuz kaldığım gecelerde hiçliği düşünürüm, hiçliği bilmek ama hiç kalmamak için bilgi dağarcığımın dar sokaklarında akıl yürütür, teoriler ve tezler geliştiririm kendimce.

Hiç, yok hükmünde olmak ama kaybolup gitmemek mi? Hiç, onsuz yaşayamamak ama onu hatıra getirmemek mi?

Nefes alıp vermek ama solunan havanın nasıl bir mucize olduğunu bilmemek misal olabilir mi hiçe ve hiçliğe; neden olmasın…

Hiçliğin hikâyesini babam üzerinden yazmak için yattığım yerden doğruluyorum, perdeyi biraz daha aralayıp bakıyorum dışarıya.

Dün cıvıl, cıvıl öten kuşlardan artık eser yok. Babamın diktiği yaşlı elma ağacının dalları bomboş bu sabah; bahçe derin bir sükût içinde.

Dün diyorum, sakın bir gün öncesi aklınıza gelmesin, yıllar öncesine sarkar kullandığım bu dün kelimesi. Öylesine uzak bir dünden bahsediyorum, kuşların cıvıl, cıvıl ötüştüğü, kendi dünyalarından şarkılar söylediği, bu şarkılar eşliğinde uyandığım sabahların dünü.

Artık kuş mu kaldı diyebilirsiniz; doğrudur. Birkaç karga var şehir stadındaki servi dallarında. Renkleri aynı kalsa da sesleri değişmiş onlarında, bir tuhaf, daha bir bet…

Ne oluyor bize, biz değiştikçe âlem mi değişiyor; yoksa âlemin değişmesi bizimi etkiliyor.

Karga ile tilki hikâyelerini okumaya çalıştığım çocukluk zamanlarına kayıyor aklım. Bir anlatanın ağzından dinlemek daha güzel olurdu bu hikâyeleri, böyle bir arzu kalmış yüreğimin bir köşesinde. Bana da ne masal, ne hikâye anlatan oldu; öğrenmeyen neyi, nasıl anlatsın.

“Bir hikâyesi yoktu babamın, çünkü hiç masal dinlememişti…”

Annemin hikâyesi var mıydı bilmiyorum ama hayatını hikâye haline getirerek anlatmasını becerirdi rahmetli, güzel ve akıcı konuşurdu.

Masal dinlemeyenin hikâyesi olmazmış: Hikâyesi olmayanın umutları kısa, hayalleri güdük, arzuları yok hükmündeymiş… Babamın hayatına bakınca görüyor ve anlıyorum bunları. Sanki benim hayatım babamın yaşadıklarından çok farklıymış gibi…

Masallar hayallerin sınırlarını genişletir, hikâyeler umutların canlı ve diri olmasını sağlar, kirlenmesini önlermiş. İnsanın hayata tutunmasını sağlayan güçmüş arzular; heyecan verir, tekâmülünü tetiklermiş.

“Masalsız kalan babanın, hikâyesinin nasıl yazsın oğlu…”

İnşaat ustalığını sonradan öğrenmiş babam; annemle ilk evlendiği yıllarda kunduracılık yapıyormuş Saraç Cafer ustanın yanında kalfa olarak.

Cafer ustanın altında katır, babam eşek üzerinde; köy, köy dolaşırlarmış Çeltikçi havalisini. Köy Odalarında konaklıyor, köylünün sıraya dökerek getirdiği yemekleri yiyor, yeni kundura veya mest isteyenlere gece gündüz çalışarak dikiyor, birkaç gün içinde teslim ediyorlarmış. Yırtık ve eskileri de tamir ediyorlarmış ücreti mukabil. Ücrette her zaman para değilmiş, bazen pirinç, buğday ve arpa olarak verende oluyormuş.

Saraç Cafer ustanın mesleği yalnız kundura ve mest dikmekte değilmiş, çok kabiliyetli biriymiş; berberliği de varmış hem de özellikle aranır ve beklenir nitelikte. Başa, saça ve yaşa göre tıraş yaparmış önüne oturanları; hem de aşkla, şevkle, zevkle.

Yalnız berberlik mi, nalbantlıkta elinden gelirmiş Cafer ustanın. At, eşek ve öküzlerin toynaklarını maharetle kazır, nalı güzelce oturtur ve özenle mıhlar ve rahatlatırmış hayvanları.

Velhasıl öyle sıradan, basit biri değilmiş Saraç Cafer, çürük ve ağrıyan dişleri bile çekermiş el yapımı alet ve edevatla; çok fazla can yakmamaya dikkat ederek.

Babam niye öğrenmesin bu meslekleri, genç ve hevesli birisi. Zaman geçtikçe babamda yapmaya başlar bu işleri kıyısından köşesinden. Usturayı kaçırdığı oluyormuş ama güneşin yaktığı, ayazın kavurduğu, çilenin kalınlaştırdığı ciltlere ustura zor işliyormuş, kesilse bile o zamanlar insanlar daha geniş gönüllü ve aldırmazmış bu gibi küçük yaralara.

Hele diş çekimlerinde mesleği icra daha kolaymış, günlerdir diş ağrısı çeken, ıstıraplar içinde kıvranan insanlar açıyormuş ağzını, yumuyormuş gözünü; yeter ki bitsin bu kabir azabı.

Nalbantlığı daha bir kolay öğrenmiş babam, hayvanın ağzı var dili yok; kazı uzayan toynağı, koy nalı, çak mıhı…  

Çerçicilikte en geçerli meslekmiş o zamanlarda; köy halkı ihtiyaçlarının çoğunu çerçilerden karşılarmış. Saraç Cafer ustayı takip eden birde çerçi varmış, her ihtimale karşı birlikte gezmeyi tercih ediyormuş, ne olur, ne olmaz kabilinden. Hırsızı var, uğursuzu var…

Böyle bir manzara içinde babamın bir hikâyesi nasıl olmaz; yok işte… Masal dinlemeyen kendi hikâyesini nasıl anlatsın; babamda hep suskun ve durgundu zaten.

Köylük yerde en çok çocuklar severmiş çerçiyi, dört gözle beklermiş yolunu. Hayal, meyal topaç aldığımı hatırlıyorum köyümüze gelen bir çerçiden. Nasıl mutlu olmuştum, sert bir zemin bulup döndürmek için çabalayıp durmuştum günlerce.

Nalbantlık, berberlik, dişçilik bir yana babam kundura ve mest dikiminde hayli ilerlemiş, hatta Cafer ustayı bile geçer olmuş kabiliyet bakımından. Cafer Usta çekememiş mi, babam mı kalfalıktan bıkmış tam emin değilim; ayrılmışlar bir müddet sonra. Belki de babamın yeni evlenmiş olmasının ortaya koyduğu sıkıntılardır bu ayrılığın sebebi.

Babam KIZILCAKÖY bana yeter demiş, az olsun benim olsun diye de ilave etmiş. Yeni evliliğin getirdiği hasrette dayanılır gibi değilmiş hani. Evin hayatına kurmuş tezgâhı, isteyene kundura dikmiş, isteyene mest. Yırtığı yamamış, söküğe yeniden dikiş atmış. Her Perşembe akşamı Köy Odasında berberlik yapmış, saç sakal tıraş etmiş. Gün olmuş nalbantlığa soyunmuş, gün olmuş gece yarıları diş çekmiş annemin yardımıyla. Günler su gibi akıp giderken bazı mecburiyetler zuhur etmiş.

1940 yılların ortalarında bu mesleği icra etmek için Kızılcahamam’a göç etmişler annemin bütün itirazlarına rağmen. Bana söylenmemiş bir mecburiyette varmış bu göç tutmada ama yinede annem direnmiş gitmemek için. Yoksulluğu doyasıya yaşayan annem oldukça tedbirli ve temkinliydi; hepte böyle kaldı.

“Dibi görünmeyen suya ayak sokmam” demiş, ayak diremeye kalkmış ama nafile. Babama söz geçirmek ne mümkün: bana hiç söylenmeyen o mecburiyeti ileri sürmüş ve Nuh demiş Peygamber dememiş.

Babamın hayatı gibi bir avuçmuş o yıllarda Kızılcahamam; bağlar, bahçeler, ekili tarlalar… Her bahçenin ortasında beyaz badanalı şirin, küçücük evler, her evin bir kuyusu, her kuyunun yanı başında bir çardak. Adı sanı unutulmuş Çatak Çeşmesi’nin yanında bir eve yerleşmiş ailem, babamda çarşıda bir dükkân kiralamış kendine göre.

Köyle pek farkı yokmuş şehrin, çabuk alışmışlar; rahatlık eldeki nasırlar gibi yüreğindeki kuşkuları da gidermiş, rahatlamış annem. Ablarımdan ikisi okula başlamış o sırada, annemde komşularla sohbeti koyulaştırmış çardak altlarında.

Kendisini ispat noktasına gelmiş babamda, diktiği kundura ve mestler övülür olmuş, beğeni kazanmış. Bir avuç hayatı olanın başarısı da, umudu gibi bir kısım olmaz mı? Öyle olur ve de olmuş…

İşler tam yoluna gireceği, eline üç beş kuruş geçeceği sırada SOĞUKKUYU tabir edilen lastik ayakkabılar çıkıvermiş ortaya. Kör talih araya, araya yine bulmuş babamı. O sağlıklı, el emeği, göz nuru kunduralar giyilmez olmuş biranda. Kunduralar pahalı, lastik ayakkabılar daha ucuz… Dükkânın kapısını açan azalmış, siftahsız kapatmış günlerce.

Topla takımı, yükle göçü, tut KIZILCAKÖY’ ün yolunu. Yıl 1940 ların sonu, zor zamanlar… Uğurlarken güle, güle diyenler dönüşü hayra yormaz, fısıltılar çoğalır, uyduruk laflar alır başını gider köylük yerinde.

Ev düzmek kolay olmaz, tarlaya tabana alışmak da. Köyden şehre göçmek şaşkınlık verir insana. Hele tekrar geri dönmek derin bir acı, hüzün ve mahzunluktur, birazda mahcubiyet…

“Bir avuç hayatı olanın bir tutam umudu olur; başka neyi olsun…”

Anlatmaya çalıştığım hayat, tasvir etmeye uğraştığım manzara tek babama ait de değil ki; yaşanan tüm hayatlar bunun bir benzeri, bütün manzaralar bu tasvir ve tanıma uygunmuş o günlerde. İsim ve sima değişliği varmış sadece.

Yıllar, zaman nehrinin o derin ve suskun sularında akıp gitmiş; kuruyan her umut yeni sürgünler vermiş, taze filizler yeşermiş hayat tarlasında.

Tek, tek kaybolmaya başlamış toprak damlı evler, kırmızı kiremitli çatılar çoğalmış köylerde.

Çeltikçi Nahiyesinin yolu açılmış o zaman aralığında, bu yol yapımı sırasında öğrenmiş babamda marangozluğu.

Deli Şerif Ankara’ya gelin gitmiş bu gelişmeler sırasında; ilk kez cip gelmiş KIZILCAKÖY’ e… Ne annem, ne babam bu konuda hiç konuşmadılar, zira önceden görmüş olmalılar bu taşıtı.

“Bir avuç hayatı olanın bir tutam umudu olur; başka neyi olsun…”

(Devam edecek…)


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26