banner94

İsminin altı yalnız “yazar” olarak doldurulan R. İhsan ELİAÇIK’ ı tanıyanlar, kitaplarını okuyanlar, konuk olduğu TV programlarındaki konuşma ve sohbetlerini dinleyenler mutlaka vardır; henüz kitaplarından birini okumuş değilim ama bu Ramazan bolca dinledim kendisini.

    Başta yüz hatları insana ters geliyor R. İhsan ELİAÇIK’ ın, sonra üslubu. Görünümü oldukça soğuk ve itici; işini bitirmiş fakat ücretini alamamış bir inşaat işçisi kadar yorgun ve öfkeli. Dişlerini sıkarak konuşuyor; kavramlar üzerinden giriyor konulara, yorum ve açıklamaları aklı zorlar nitelikte. Çok dikkatli dinlemek lazım, o zaman akıl algılamaya, zihin bir parça kavramaya başlıyor.
     Bir Müslüman olarak yapmakla mükellef olduğumuz dini vecibeleri ritüel ve ibadet olarak ikiye ayırıyor. Kişi olarak yapmakla mükellef olduğumuz ve yalnız bizi ilgilendiren kısmına ritüel diyor; diğer kısmını sosyal hayata dönük olarak görüyor ve ibadet olarak tarif ediyor. Daha doğrusu ibadetleri sosyal hayatla bütünleştiriyor. Namazı, yani salatı da böyle değerlendiriyor, ritüel kısmını kişiye ait görüyor; ibadet boyutunu ise sosyal hayat içinde arıyor R.İhsan ELİAÇIK. Bunun izahını da şöyle yapıyor; hiç durmadan namaz kılan birinin başta kendisi, kime ne faydası olur diye soruyor… cevabı hiç.
     Salat da, yani namazda yapılan kıyam, rüku ve secde gibi ritüeller doğru anlaşılır, uygulamaya konur ve sosyal hayat taşınırsa bu ibadet olur diye de kendine göre açıklama getiriyor. Kişinin başta kendisi, sonra cemiyet hayatı bu yapılan ibadetten fayda sağlar diye de nokta koyuyor. Namaz’daki “Kıyam”ın sadece bir ritüel olarak kalmaması gerektiğini; zulme, zalime, haksıza ve haksızlığa Allah adına karşı koymak, isyan etmek, ayaklanmak olduğunu söylüyor.“Rüku” yu şöyle anlamlandırıyor; Hakk’a, hakikate itaat, sosyal hayat içinde yaşanan iyi, güzel ve doğru olan her şeye karşı tazim.“Secde” ise ona göre teslimiyet ve tevazu; mümin Allah’a teslimiyetini secde ile gösterir. Tevazu boyutu ise nefisin terbiyesi ve yaratılan her şeyde Allah’ı görmek ve saygı göstermek…
     Ritüel olarak yapılan bu hareketler ancak böyle anlam kazanır, böyle sosyal hayata taşınır, can bulur ve hayatiyet kazanırmış. Bir başka anlatımla ritüeller, şekil olmaktan böyle kurtulur, uygulama alanı bulur, önce insanın kendisine, sonra cemiyet hayatına böyle fayda sağlarmış. Yüce Allah’ın salatı, yani namazı farz olarak dini hayata ikame etmesi, Peygamber Efendimizin “Namaz dinin direğidir” demesi de bu maksada matufmuş. Bu görüş ve düşüncelerinin başka bir gerekçesi de, Peygamber Efendimizin şu Hadis-i Şerif’i: “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” R.İhsan ELİAÇIK’ ın yorum ve açıklamaları elbette birebir böyle değil ama benim çıkardığım sonuç ve yorumlar bu minvalde.
      Ramazan ayı içinde dinleyip, hafızama yerleştirmeye çalıştığım bu gibi bilgiler zihnimi meşgul ededursun; her bayram olduğu gibi bu bayram öncesi de içime garip bir hüzün çöktü… yine geçmişe kaydı aklım. Bazı çirkin ve bir o kadar anlamsız anı ve yaşanmışlık pişmanlık oldu, geldi oturdu yüreğime. Elim kolum kalkmadı, konuşmak şöyle dursun yutkunmakta bile zorlandım. Istıraplar içinde gönlümün derinliklerine çekildim ve düşünmeye başladım. Tamiri ne çok zor hata yapmış, ayıplarımı örtmek adına ne çok kusur işlemiş, bu yaptıklarıma bahane uydurmak, meşru göstermek için ne çok günaha girmiştim. İnsanın önce Allah’tan, sonra hak ve hakikatlerden kopuk yaşaması ancak böyle tarif edilebilir; geçte olsa bu yaşamsal gerçeği fark edebiliyordum. Ne ki, insan olmak, birazda pişman olmakla ilişkili; Hz. Mevlana’nın “…hamdım, yandım, piştim…” felsefini böyle anlamak lazım… Lazım da pişman olmak öyle kolay mı, bu duygu gerçekten yakıyor insanı; o yangında pişenin attığı çığlık ancak öbür dünyadan duyulur… bu dünya değil.  
    Bu puslu ve boğucu ortamda bocalarken, soğuk ve üşütücü bir yel gibi bayramların ne kadar anlamsız olduğu fikri esti düşüncelerimde. Sahi bu bayramda yine neyi kutlayacak, neye sevinecek, neyin coşkusunu duyacaktık. Oruç ayı Ramazan’ın bittiğine mi, yoksa her gittiğimiz yerde önümüze konan çeşit, çeşit ikramlara mı? Bayram böyle küçük ve basit şeylere sevinmek olamazdı… böyle coşku duyulmazdı. Deli olarak tanımlanan akıl hastaları bile sevinmezdi böyle şeylere; coşku duymaz, hatta anlamsız ve çirkin bulurdu. Peki, bayramlar neden ve niçin vardı ve biz neyi kutluyorduk. Baştan savma ana-baba, eş-dost, akraba ve komşu ziyaretleri, gönülsüz el öpmeler, samimiyetten uzak hal hatır sormalarla bayram mı kutlanırdı… sevinç ve coşkusu böyle mi duyulurdu.
    Bayram, benim yaptığım gibi hep geçmişin muhasebesini yapmak ve hüzünlenmekle de olamazdı; yeni ve farklı şeyler sevindirir insanı, coşku duymasına sebep olur. Bayramlar yenilik olmalıydı, farklılıklar getirmeliydi insan hayatına. Yeni elbiseler giyerken, yeni bir dünya kurmalıydık içimizde; aklımız, gönlümüz ve davranışlarımız da yenilenmeli, farklılaşmalıydı. Bayram sabahlarının nurlu aydınlığı aklımıza vurmalı, gönlümüz o duru ve berrak aydınlıkta temizlenmeli, tazelenmeli; yeni ve taze sevgilere, muhabbet ve dostluklara kucak açmalıydı. Davranışlarımızda değişmeli, farklılaşmalı; arınan duygu ve düşüncelerimize uygun yeni biçim ve şekil almalıydı. Velhasıl bayramlar yenilik ve farklılık olmalıydı; temizlenen, tazelenen ve yenilenen sevinmez mi, coşku duymaz mı? Bir başka bayrama kadar bu süreç hep böyle devam etmeliydi. Ah… keşke böyle olsa ve böyle yaşansa diyeceğim ama görünen köyde kılavuz istemiyor.
    Eskiye sahip çıkmak, saklamak, emanet titizliğiyle korumak ne kadar önemli ve yerindeyse, yeniyi keşfetmek, yenilenmek ve tazelenmekte o kadar önemli ve değerli olmalı. Akıl sahipleri böyle yapar, aklını işletenler böyle düşünür. Tabiata bakan bunu anlar ve idrak eder; her bitki yeniler kendisini. Sonbaharda eskileri atar üzerinden, ilkbaharda yenilenir ve tazelenir. İşte bayramlar bu anlayış ve bu davranışla kutlanmalı, sevinç ve coşkusu böyle yaşanmalı. Yeni tutum, farklı duruş, temiz ve taze davranışlar kazandırmalı insana. Hep bildik ve hep yapmacık hareketlerle bayram kutlamalarından sıkıldık artık; hüzünlenmem belki de bu yüzden. Eski alışkanlıkları atmayalım ama yeniyi ve yenilenmeyi de ret etmeyelim. Siz hangi çocuğa eski elbiseyle bayram sevinci ve coşkusu yaşatabilirsiniz ki… Ah o eski Ramazan’lar… ah o eski bayramlar diyenler yeniyi aramayanlar, kendilerini de yenilenemeyenlerdir. Şu da bir hakikat, eskiyi unutan yeniyi bulamaz… yenilenemez de. Kirlenmeyenin temizlenip, arınamayacağı gibi… Temizlenip arınmak içinde kiri ve kirliliği fark etmek lazım…
    Düştüğüm bu düşünce girdabından kurtulmak için hemen aklımı derdest ettim, çeki düzen verdim gönlüme. Hafızamda hala diriliğini ve utancını taşıdığım o çirkin anılara çevirdim yönümü, tekrar yüzleşmeye başladım geçmişimle. Nasıl bir utanç ve pişmanlıktı ki bu, belli bir süre tiksindim kendimden, yüzüm yabancılaştı, gidip bakamadım aynalara… Sanki bir yabancının elleriydi ellerim, tenimde benim olmayan kekremsi bir kokusu vardı. Hata, kusur ve günah kokar mıydı, belki… Asıl tövbe böyle mi yapılırdı, böyle mi yaşanırdı nedamet… yine belki diyeceğim.
    Kısmen felç geçirmiş ve toplumdan kopmuş bir dostumu ziyaret etmek, bu utanç ve pişmanlıktan bu yolla kurtulmak fikri zihnimde belirince biraz rahatladım. İki ay kadar olmuştu ziyaretine gitmeyeli; son gördüğümden daha farklı buldum kendisini… çökmüştü iyice. Ellerindeki titreme artmış, dili daha bir dolaşır olmuştu. Uzaktan kızı gelmiş ve aşırı ilgi gösteriyordu; uzun, uzun seyrettim baba kız arasındaki muhabbeti… Aşırı olan her şey gibi sevgide de bir sınır olmalı; haddini aşan zıddına döner, ölçüleri kaçırmamak lazım.
     Bir ara dostluktan, dostlar arasında olması gereken samimiyet ve vefadan söz açıldı: “Eskiden babamı seven, saygı duyan dostları vardı, hepsi vefasız çıktı” diye yakınmaya başladı kız. “Eğer bir toplumda tarih bilinci ortadan kalkar veya dumura uğrarsa, vefa duygusu da zedelenir, o ölçüde zarar görür.” Dedim kendi mantığım içinde. “Hayır” diye diretti kız “Babamın dostları vefasız çıktı” diye çıkıştı. “Hangi asırda, hangi şartlar altında söylendi bilemem; düşenin dostu olmaz gerçeğini görenler olmuş ve bu gerçek dilimize deyim olarak yerleşmiş.” Dedim kızın o öfkeli, hatta hınçlı halini yumuşatmak için. O biraz daha hiddetlendi: “Böyle dostluk olmaz olsun” diye bana çıkışmaya başladı. O yaşlı ve felçli haliyle dostum buna müdahale etmeye kalktı ama nafile. “Ben olsam hepsinin yüzüne tükürürüm” gibi laflar etmeye başlayınca. “Bu tip davranışlar vefasızlığı ortadan kaldırmaz, düşmanlığa çevirir… Vefasızlığı ancak vefalı davranışlarımızla düzeltebiliriz… düşmanlığı ancak dostlukla.” Anlamamakta direniyordu kız, izahta ısrar boşunaydı. “Haklısınız, önce kıyam edin, sonra rüku edersiniz, ardından da secde gelir.” Dedim dostumun yaşaran gözlerine bakarak.
     R.İhsan ELİAÇIK’ tan dinlediğim, tasavvurumda sekilendirerek zihnimde canlı ve diri tutmaya çalıştığım sembol ve ritüellerin anlamlarını açıklamaya başladım. En son “ Kıyam etmeyenin secdesi olmaz.” Diyerek dostumun o titreyen ellerinden öperek ayrıldım yanından. Onun gözlerinde gördüğüm sevgiye bulanmış acı ve ıstırap beni hayatın derinliklerine çekti, insanın özünde var olan saflığa götürdü. Yaşamak ne büyük bir şeref dedim kendimce; acıyı, ıstırabı ve hüznü yüreğinde hisseden ve şükredenler için.
     Yine bu Ramazan’da “HEREDOT CEVDET” olarak hafızalara kazınan sanatçı Hasan KAÇAN’ dan dinlediğim şu sözü anlatmadan edemem. Çünkü bu söz, zihnimde karanlık kalmış birkaç hücreye ışık tuttu, yeni ve farklı ufuklar açtı, boyut ve buut kazandırdı. Ne demişti Hasan KAÇAN: “…dini sorular beni sıkıyor, bu yüzden yanımda İstanbul İl Müftülüğünün telefon numarasını taşıyorum.” Neden sorusuna da şöyle cevap vermişti:    “ Öyle anlamsız sorular soruluyor ki, sanki İslam dini dün gelmiş ve bu gün yaşanıyor. Misal, çıplak ayakla namaz kılınır mı? Kılsam bir mahzuru var mı? Televizyonlara çıkan bazı zevat da bu sorulara öyle gayretli cevaplar veriyor ki görmeyin… Yahu kardeşim bu din geleli on dört asır olmuş, hala böyle sorular sormak önce akla hakarettir; sonra geçen bunca yıl ve ortaya çıkan bunca bilgiye…” İçimden “İşte insan… işte gerçek Müslüman…” diye geçirdim. Hala ilmihal bilgisini öğrenemedik vesselam…
    Aynı televizyon programında Hasan KAÇAN şunları da söyledi: “Hele mahyalarda ki şu yazı çok gücüme gidiyor; ORUÇ TUT SIHHAT BUL… Oruç Yüce Allah’ın emri, tut kardeşim orucunu. Sıhhat bulursun veya bulmazsın bu ayrı bir konu. Allah’ın emrinden daha mı önemli sıhhat bulmak…” Hasan KAÇAN’ a binlerce teşekkür. Bu güne kadar, din adamı geçinen bunca zevattan duymak istediğim sözleri doğrudan söyleyiverdi.
     R.İhsan ELİAÇIK’ ı bu anlayış ve bu akıl açılımıyla değerlendirdiğim için anlamlı buluyor ve anlamaya çalışıyorum Aklıma yatmayan, yanlış ve hatalı bulduğum bir sürü görüş ve düşüncesi olsa bile… Yanlışın da yenisi lazım; eskimiş, köhnemiş, pespaye hale gelmiş olanlarıyla vakit geçirmek akla hakaret olduğu gibi, insan bilincinin de yerlerde sürünmesi. Yüce Allah’ın burnunu yere sürteceği insanlar bu yanlışlığa düşenler olmalı… Hemen şunu yazmadan edemeyeceğim; neden Allah kelimesini yazdıktan sonra(c.c.) yi ilave etmemeye başladım. Önem verdiğim bir düşünür bu hususta şöyle bir yaklaşımda bulundu: “Allah’ın protokolden hoşlandığını sanmıyorum. Protokolde hata yapmayanlar, “O”nu sosyal hayata taşımıyor, koyduğu hiçbir kurala uymuyor.” Bu kişisel düşünce ve yorum üzerinde epey düşündüm. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’te vurguladığı; “Bir kere Allah dese aşk ile lisan” vurgusuna takılıp kaldı aklım. Protokolsüz ve yürekten Allah demek için Allah yazdıktan sonra (c.c.) koymayacağım artık… kusura bakmayın.
     Konumuza tekrar dönecek olursak; R.İhsan ELİAÇIK’ ın en çok üzerinde durduğu husus infak… “Müslüman ihtiyaç fazlasını elinde tutmayandır… paylaşan ve dağıtandır.” Bu onun sözleri; hemen doğru demeden biraz düşünelim, akıl terazimize koyalım ve tartalım.
     Ramazan ayı içinde de devam etti yürüyüşlerim; bir saati geçen bu yürüyüşler sırasında çokça evirdim, çevirdim, bilgi ve birikim mizanına koydum bu sözü, makul bir açıklama getirmeye uğraştım. Durmadan soru ürettim zihnimde; soru yoksa cevap da yoktur. En önemli soru; ihtiyaç fazlasını kim tespit edecek, nasıl hesaplanacak ve kime verilecekti. Zekat yıl üzerinden hesaplanıyordu ve mal fazlasıydı, kimlere verileceği de belliydi. R.İhsan ELİAÇIK infak diyordu; infak artandan değil, olandan verilirdi bilgilerime göre. Bir dostuma yazdığım notta şunları ifade etmiştim: “Sevginin infakı zekattır, aşkın zekatıysa infak. Zekat, çoğun azıdır; infak azın çoğu.” Acaba R.İhsan ELİAÇIK’ ın anlatmak istediği bu muydu? Azın çoğun verebilmek; acaba iman aşkıyla yanan ve yaşayan bir Müslüman’ın, mümin olması buna mı bağlıydı.
     Müslüman olmakla, mümin olmak; hatta iman aşkıyla yanan ve yaşayan mümin olmak apayrı şeyler. Zekat, İslam’ın şartlarından biri, imanın şartlarından biri sayılmasa da infak mümin olmanın gereği; tabi aşk üzere yanan ve yaşayanlar için. Sevgi gibi, zekat malın çoğundan verilir; Kur’ an-ı Kerim’de kimlere verileceği de belli. Eğer infak aşkın zekatıysa, aşk gibi sınırsız olmalı; azı aşkla çoğaltmalı, azın çoğunu sorusuz ve sorunsuz verebilmeli insan. Yine aynı dostuma yazdığım bir başka pusulada; “ Para gibi aşkında iki yüzü var; bir yüzü aramak, diğer yüzü bulmak. Aşkı arayan ölümü bulur; çünkü ölüm hayatın aşkıdır. Aşkı bulansa, varlığı bilir; çünkü varlık aşk üzere yaratılmıştır.” Her varlık gibi insan da aşk üzere yaratılmıştır ama bir farkla; insana üflenen ruh aşkın soluğudur. Aşkın soluğunu taşıyan insan, bu soluğu ruh haline getirirse aşkı bulur. Artık ölüm aşktır onun için, çünkü can tende değildir; acaba oruçlu olmak canı tenden ayırma operasyonu olabilir mi? Ölümü hayatın aşkı bilenler için, her varlık aşkı taşıyan candır, canlıdır. İnfak, o canı ve canlıyı hayatta tutma gayreti olabilir; aşkın yaşaması için azı çoğaltan ve azın çoğunu verebilen müminler için.
     Tam burada CHP’nin eski İlçe Başkanı Ali ALTINOK’ un şu önerisine kulak vereceğim; aşk ve infak üzerinde de fazla durmayacağım. Demişti ki; “… fazla derine girme, anlamakta zorlanıyoruz.”
     R.İhsan ELİAÇIK hakkında yazacaklarım daha bitmedi, yazımın ikinci bölümde daha detaylı yer vereceğim görüş ve düşüncelerine.
      Saygılarımla…
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26