RÜZGAR VE YAĞMUR… (3.Bölüm)
“Kaybettiklerimize mi yanalım, kaybetmemek için tedbir mi alalım.”
Mağlup medeniyet travmasına değinmeden önce kurduğum bu ilk cümleyle konuyu daha cazip ve okunur hale getirmek istedim; siz ne dersiniz.
Mağlup medeniyet travması aslında devletlerin, ola ki toplumların bilerek veya bilmeyerek kaybettikleriyle alakalı bilimsel bir tespit;ama bu tespit bana ait değil.
Bu bilimsel tespite uygun ve açıklayıcı bir söz aradım, zihnimi kurcalayıp durdum günlerce ve en sonunda bu cümleyi kurabildim.
Kurduğum bu cümleyle birlikte anladım ki, hep kaybettiklerimize yanmak bu travmayı derinleştirmiş, daha fazla kaybetmemek için tedbir alamamak da bu yangını körüklemiş. Ne yazık ki, bu duruma “ BİR DAKİKA!..” diyen biride çıkmamış.
Bilerek kaybettikleri dememdeki maksat, devletler veya toplumlar bazen bilerek ve isteyerek kaybederler. Nasıl olur bu; yapılan hata ve yanlışların sonuçları yaşanan tarihi tecrübelerle sabittir. Devlet aklıyla birlikte toplum bilinci ve sağduyusu da bu sonuçları bilir; ola ki tahmin ve tespit eder. Ama bu sonuç biline, biline yinede bu hatalar yapılır, bu yanlışlığa düşülür ve kaybetmek kader olur. Tabidir ki, yapmaları gerekirken yapmadıkları, ihmal ettikleri de vardır; bunların mukadder sonuçları da bellidir; kaybetmek…
Bilmeyerek nasıl kaybedilir; bazen devletler ve de toplumlar yapmaları gereken her şeyi yaparlar, hatta daha fazlasını yaparlar ama yinede kaybederler. Bu nasıl olur; yapılan her şey doğru ve yerindedir, lakin ortaya öyle olağanüstü bir hal veya durum çıkmıştır ki, bütün yapılanlar yetersiz kalmış, alınan bütün tedbirler sonuç vermemiştir. Mukadder sonuç bellidir; kaybetmek…
Her iki durumda da, devlet aklı durmuş, toplumdaki bilinç ve sağduyu kaybolmuş, birlikte yaşama arzusu sönmüştür.
Aslında bu iki hal ve durum doğru tahlil edildiğinde görülür ki, ortaya çıkan ve yaşanan kaçınılmaz kaderdir. Çünkü ne devlet hayatı sonsuzdur ilelebet yaşar, ne medeniyetler süreklidir kalıcı ve baki.
Asırlarca yönetici konumunda olan ve kendi çapında bir medeniyet inşasına girişen Osmanlı İmparatorluğu ve bu devletin yönettiği milletler topluluğu; çoğu zaman bilerek, bazen de elinde olmayan ve ortaya aniden çıkan şartların getirdiği sebeplerle 1. Dünya Savaşıyla birlikte bu yöneticiliğini ve kurduğu medeniyeti kaybetti; daha açık bir ifadeyle mağlup oldu.
Yani mutlak ve kaçınılmaz kader Osmanlı İmparatorluğunu ve yönetimindeki milletler topluluğunu da yakaladı. Devlet aklı şaşkın ve çaresizdi; toplum oluşturduğu bilinçle birlikte sağduyusunu kaybetti. Ortak değerler, alışkanlıklar felç geçirdi, birlikte yaşama arzusu güven kaybına uğradı, söndü ve küllendi. Batı medeniyetinin getirdiği rüzgâr dağıtmaya başladı bu külleri. Mukadder sonuç; kaybetmek…
Her mağlup gibi galiplerin yöneticiliğini ve kurduğu medeniyeti kabul etmek zorunda kaldı Osmanlı; ezilmiş, yorgun ve yoksul…
Yine her mağlup gibi kaybettiklerine yandı, kaybedeceklerinin tedbirini almadı, alamadı. Şaşkınlığı dağınıklığa sebebiyet verdi, toparlayamadı kendisini. Kurduğu ve üç kıtaya yaydığı İmparatorlukla birlikte insanlığa adamak istediği medeniyette yıkılmış ve çökmüştü. Devlet düzeni çözülürken, toplum zihninde göçükler başladı; müthiş bir travmaydı bu.
Bu travmanın galip medeniyet hayranlığına dönüşmesi de uzun zaman almadı.
Tarihi kronolojik sıralamaya göre okumak hoşuma gitmez, hele tarihçilerin o abartılı anlatımları var ya; tarih adına yüreğimi burkar, içime tarifsiz bir sızı düşürür. “Mağlup Medeniyet Travması” bu sızının yürek burkulması olabilir; milletçe bunu yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağız da bu gidişle.
“ONE MUNİTE” önemli bir çıkıştı, bir baş kaldırıştı bu travmaya karşı, öyle sanmıştık. Ne ki, eylemsiz her çıkış sadece anlık ferahlama olarak kalıyor; sonuç hüsran olmuyor ama bu gürleme tufan da getirmiyor, gebe kalmıyor yeni bir dirilişe. Demek ki:
“Her rüzgâr yağmur getirmiyor; çöl tozu da taşıyor.”
‘Tehlikeli Adam’ olarak adlandırdığım arkadaşın sorduğu soru bu travmanın varlığını kanıtlar; kurtulmak için verilen zihni mücadelenin de bir yansıması, böyle anlamak lazım. Konumuza dönersek:
“Devlet adalet temelinde kurulur ve yükselir ama istihbaratla güçlenir ve güvenliğini sağlar. Adalet mülkün temelidir ama mülkün bekası ve güvenliği de istihbarattır. Hakan FİDAN meselesi bu yüzden önemlidir; anlaşılması için devleti bilmek lazım” derken hala zihnimde “Mağlup medeniyet travması” nı taşıyor olduğumu fark ediyorum.
Masaya bir suskunluk çöküyor; Mustafa BAYRAM’ ın her zaman alışık olduğum hali ama yeni gelenin gözlerinde net bir ışıma yok, dalgınlık içinde çayını karıştırıyor.
Hayatın içinde olup da hayatı hiç sorgulamamaktır bu dalgınlık; devlet düzeni içinde olup da devleti bilmemekte olabilir mi bu dalgınlığın bir diğer adı. Neden olmasın…
“İyi de…” diyor düştüğü dalgınlığın içinden sıyrılmaya çalışarak: “Amerikalı gazetecinin Hakan FİDAN’ la derdi ne, ona ne oluyor.” Kendinden beklenmediğim bir hamleyle Mustafa BAYRAM giriyor devreye, meseleyle ilgilendiği belli: “ O gazeteci kendi için ilgilenmiyor ki, o yazıyı ona bir yazdıran vardır.” Ne hoş değil mi; altmış yaşını bitirmiş, yetmişine merdiven dayamış insanların böyle derin ve dipli meselelerle uğraşması, kafa yorması.
“İstihbarat yalnız ilgili kurum ve elemanlarca yürütülmez ki” diyorum Mustafa BAYRAM’ a destek vermek için “yazılı ve görsel basında kullanılır.” Niyetim işi şakaya boğmak: “Hatta senin gibi soru soran, cevap arayan kişilerinde istihbarata katkısı olur.” Şakayı anlamakta gecikmiyor: “Konuyu değiştirmek istiyorsun ama kafamdaki soru işaretleri yok olmadı” diye söyleniyor ‘tehlikeli adam’ masum bir ifadeyle. Devamla: “İyi güzelde Hakan FİDAN’ dan niye rahatsız oluyor Amerika ve İsrail, onlara ne…”
“Mağlup Medeniyet Travması” hala zihinlerde yerini koruyor, kendi kovuğunda kendi halinde yaşamak istiyor bu travmayı atlatamayanlar. Kimseye dokunmuyorsam, kimsede bana dokunmasın mantığıdır bu. Ama güçlü ve üstün olduklarını sananlar böyle mi düşünür: “Güçlüysem idareme gir, üstünsem her şeyinle bana tabi ol…”
“İstihbarat sadece karşı taraftan haber almak değildir; karşı tarafın haber almasına da mani olmaktır…” Konuya daha farklı bir boyut kazandırmak istiyorum zihnimi zorlayarak. “Haber almak, karşı tarafın yapmayı tasarladığı faaliyet ve girişimleri önceden bilmek olduğu kadar, gerçek niyetinin ne olduğunu da anlamaktır. Daha açık bir ifadeyle manipüle edilmiş haberleri çözmek, arkasına gizlenmiş maksatların ne olduğunu araştırmaktır. Yani haber kirlenmesini önlemek; devleti oyuna gelmekten kurtarmak, toplumun sağlıklı haber almasını sağlamaktır istihbarat.” Çay soğumak üzere, son yudumu içiyorum.
‘Tehlikeli Adam’ düşünceli, Mustafa BAYRAM bu yorumları çok dinlemiş olmanın rahatlığı içinde. Ne kadar alçak sesle konuşuyor olsak da bir başka masanın dinlemesini istemiyorum; etrafa göz atmam bu yüzden. Gerçi bu konuştuklarımız her akşam televizyon kanallarında ulu orta tartışılan konular ama olsun, yinede kendi aramızda kalmalı. Belki de: “Sen nereden biliyorsun” sorusuna muhatap olmamak. Anlamsız bir tedirginlik sadece… “Devlet hayatı da aile hayatına benzer” diyerek bu sessizliği bozuyorum. “Nasıl her ailenin kendine özgü bir yaşam tarzı, aile içi sorunları ve sakladığı bazı sırlar varsa; devletler de böyledir. Nasıl aileler kendi sırlarını saklamak ama komşularında olup bitenleri de merak eder ve öğrenmek isterse; devletler de aynı durumdadır.”
“Şimdi anladım, bu bana yeter…” Bunları tehlikeli adam söylemişti.
Tatlı, tatlı başını kaşırken devam etti: “Hakan FİDAN’ la bu sırlara erişmek mümkün olmadı demek ki; belki de karşı taraftan haber almaya başladık.”
Anlaşılmak zorlanan zihnimi rahatlatıyor, bir ferahlama oluyor içimde. Mantıklı konuşmak insan zihnini yoran bir eylem, hele mantıklı açıklamaları misallerle süslemek ağır ve taşıması hayli zor bir zihin yükü… Akıl bolca terler ve yorulur… Buda kendime pay çıkarmak olsun… Sohbet daldan dala konarak devam etti. Keşke şu sözü söylemeseydim:
“Her tehdit bir tekliftir; her teklifte bir tehdit.” (Devam edecek)