banner94
“OKUDUKÇA ANLAYAN, ANLADIKÇA ALAKA KURAN VE YAZDIKÇA ALAKASI ARTAN VE ÖĞRENEN HERKESİN KURBAN BAYRAMINI KUTLAR, OKUMALARININ DEVAMINI, ALAKALARININ ARTMASINI VE ÖĞRENMENİN TADINA VARMALARINI TEMENNİ EDERİM.”

GEÇMİŞ,  BUGÜN  VE  GELECEK…(2.Bölüm)

     ‘Tarih, bir milletin hafızasıdır…’ her zaman, her yerde ve her şart altında söylenen beylik bir sözdür bu; ama acaba öylemi? Bu soru düşünen, algılayan, mana içinde maksat arayan her akla gelebilir veya gelmeli. Çünkü akıl soru ürettikçe gelişen, cevap aradıkça genişleyen, söz, davranış ve olayları anlamaya, kavramaya, mana vermeye çalıştıkça netleşen, manalar içine gizlenmiş maksatları bulmaya çalıştıkça işleyen, tekâmül eden bir mekanizma, bir aparat.

      Elbette Kızılcahamam’da da akıl sahipleri var ve olmalı. Geçip giden zamana, zaman içinde ortaya çıkan gelişmelere ayak uyduran, her geçen gün kendini yenileyen, yaşam tarzını belirleyen, toplumsal alışkanlıklarını buna göre değiştiren insanlar yok mu, elbette var; varsa bu akıl sahibi olmak demektir. Akıl sahibi insanların çoğunluk teşkil ettiği yerde geçmiş, bugün ve gelecek algısı, kaygısı ve inşası olur ve de olmalı.

     Akıl gelişmek, geliştikçe genişlemek, bu arada kendisini hep yenilemek ve yenilenmek üzere kurgulanmış bir yapı; bir algı, bir anlama ve düşünce yeteneği. İşte bu hayati hakikatten hareketle denebilir ki; akıl geçmişle bağ kurdukça gelişmek, kurduğu bu bağla bu günü daha rahat, daha huzurlu ve daha müreffeh hale getirmeye çalıştıkça genişlemek, gelecek inşası için hazırlığa giriştikçe kendisini yenilemek ve yenilenmek ister. İnsana veriliş amacı ve işleyiş yapısı itibariyle aklın hayati sorumluluğu ve üslendiği asli görev de budur; bizde bunu anlatmaya uğraşıyoruz.

     Eğer hal böyleyse aklın bu algı gücü, anlama kapasitesi ve kavrama yeteneği, hatta sorumluğu ve görev bilinci içinde şu soru çok anlamlıdır; Kızılcahamam’ın bir tarihi var mı, yaşanan bu tarih burada yaşayan insanların hafızası mı? Bu hafızayı geçmiş, bugün ve gelecek zemini ve kavramı içinde zihinlerinde taşıyan kaç kişi var veya olmalı. Eğer varsa, bu kişiler hafızalarına kaydettikleri bu tarihi bilgilerle ne yaparlar, nasıl davranırlar, bu tarihe nasıl sahip çıkarlar veya çıkıyorlar.

     Bu sorulara ilaveten, tarihi bilgilerin insan veya toplum üzerinde ne gibi bir etkisi var ve bu etkiler nelerdir. Var olan bu etkiler nasıl ortaya çıkar, nasıl davranışa dönüşür, topluma yansır ve yaşam tarzı haline gelir. Oldukça önemli, anmalı ve ilginç soru ve yaklaşımlardır bunlar.

     Bu soru ve yaklaşımlara cevap bulmak hem çok zor, hem de bu soru ve yaklaşımları birebir insan üzerinde, sonra yaşanan sosyal hayat içinde aramak, bulmak ve tespit etmek zorun da zoru. Sonra bu gibi meşakkat veren, bilgi, beceri ve merak gerektiren işlerle uğraşmanın, bu hay huy, bu toz duman ve karışıklık içinde bir anlamı var mı? Mevcut yaşam tarzı ve ekonomik şartlar buna imkân verir mi? Bu yorucu ve meşakkat gerektiren uğraşının toplum hayatında ne gibi bir karşılığı olabilir veya vardır.

      Çünkü insanların ne geçmişi bilmek, ne bugünü dünden daha şuurlu yaşamak, nede gelecek için plan, proje hazırlamak gibi hukuki bir sorumluluğu var, nede tarihçi olmak yasal görevleri arasında. Ne söylenen her sözü, ne karşılaştığı her davranışı, nede yaşanan her olayı birebir hafızasında tutabilir, nede tutmak gibi bir mecburiyetin içindedirler. Unutmayalım, insan unutmakla maluldür. Hele kendi meseleleriyle boğuşan, geçim derdine düşmüş, borç harç içinde yaşayan fertlerden bunları beklemek insanı tanımamak, yaşam şartlarını bilmemek, toplum hayatından bihaber olmak anlamına gelir.

      Yalnız şu çok önemlidir ve de elzem; her insan kim olduğunu bilmeli, kimliğini de buna göre belirlemelidir. Neredeyim sorununa cevap aramalı, bulmaya çalışmalı ve yaşadığı mekânla ünsiyet bağı içine girmeli. Nereliyim demeli ve kurduğu ünsiyet bağı, bir başka deyişle aidiyet duygusuyla hareket ederek, kimliğini mekâna giydirirken, mekân bilincini de duygularına sindirmelidir.

       ‘Ben kimim’ sorusu insanın yaratılıştan gelen ilk sorusu ve kendine ait en önemli sorgulamasıdır. Kim olduğunu bilmek insanın hem doğal hakkı, hem de hayati sorumluluğudur; çünkü kim olduğunu bilen, varlık hakikatinin de keşfine çıkmış demektir. Kişi böyle davrandıkça şahıs olma yolunda ilerler, şahsiyet kazanması da kaçınılmaz olur.

      Neredeyim sorusu mekân bilinciyle birlikte zaman algısını da zihinlere taşır ve yerleştirir. Nerede olduğunun farkına varan, ne zamandan beri orada olduğunu bilmez mi? Hele ki, nereliyim sorusu var ya; akıl algısıyla birlikte his ve duyguları da tetikler ve ortaya çıkarır. Köy, şehir, memleket ve vatan kavramlarını insanın gündemine getirirken, insandaki ünsiyet kurma, yerleşik düzene geçme, imar ve ihya etme, emek verme, sistemleşme ve düzen getirme gibi kabiliyet ve becerilerini sergilemesine imkân sağlar.

     Ali YEŞİL’ in önüme koyduğu Kızılcahamam için yazılmış kitap, dergi, mecmua, her türlü yazılı belge ve bilgiyi yukarıda anlatmaya çalıştığım mantık ve tarih anlayışı içinde değerlendirmeye kalkmak bana göre bir uğraşı mı tam kestiremiyorum. Yazı serisi haline getirerek, geçmiş, bugün ve gelecek kavramını gündeme taşımayı, bu konuya farklı ve değişik bir açıdan bakmayı ve yazıya dökmeyi becerebilir miyim tam bilemiyorum; bunu önceden tahmin etmek çok zor ama denemek lazım. Her başarı ısrar ve tekrardan ibaret değil mi?

    Denemeden başarısızlığı kabullenmeyi akıl kabul etmez, akıllı olanda bu lafı etmez. O zaman ısrar ve tekrarla işe başlayalım mı?

      Selahattin KOÇYİĞİT’ in ağustos- 1970 yılında yayınlanan “Her Yönüyle KIZILCAHAMAM” kitabıyla işle başlayalım. Selahattin KOÇYİĞİT bu kitabında kendisine ait hiçbir bilgiye yer vermemiş, tanıtmamış kendisini. Kitap sayfaları arasında siyah-beyaz birkaç resmi var sadece. Bu resimlere bakarak beyaz saçlı, beyaz tenli birisi olarak algılamak mümkün…

      Hafızamı birazcık kurcalayınca hatırlamaya başlıyorum Selahattin KOÇYİĞİT’ i. Doğuştan beyaz tenli birisi canlanıyor gözümde, tabi saçları da bembeyaz. Güneşli ve çok aydınlık günlerde devamlı güneş gözlüğü taktığı da dün gibi hatırımda… Akdoğan köyünden olduğunu da bilgilerim arasına koymuşum. Bu köyün eski muhtarının oğlu olduğunu da birileri söylenmiş olmalı ki, kulağımda öyle kalmış. Vefat ettiğini sanıyordum, uzun zamandır karşılaşmamıştım kendisiyle; adından hiç bahsedilmemiş olması da bu kanaati uyandırmış olabilir. Yaptığım kısa bir araştırma sonrası önce Eczacı Feridun ÜNSAL, sonra köy muhtarı Hayrun ÖZDEMİR sağ ama uzun zamandır hasta olduğu bilgisini verdiler. Kendisine acil şifalar dilerken, böyle bir kitabı bize kazandırdığı içinde minnet ve şükranlarımı ifade etmek istiyorum. Teşekkürler Selahattin KOÇYİĞİT…

       “Her yönüyle KIZILCAHAMAM” kitabını ilk elime aldığımda yüreğimin tam orta yerine bilinmez, tanımlanması da mümkün olmayan bir sızı düştü. Yüreğin ortası mı olur demeyin; ben gönül dünyamı yüreğimin tam ortasına inşa ettim. İki de kapı koydum bu dünyaya girmek için. O iki kapıdan birisini acı, ıstırap ve sızı anahtarlarıyla anı, hatıra ve pişmanlıklarım açar. Diğer kapıyı sevgi, aşk ve dostluk anahtarları açar; fedakârlık, feragat ve samimiyete…

      Sayfaları sararmış bu kitap neden yüreğimin orta yerine bir sızı düşürdü derseniz; Selahattin KOÇYİĞİT’ in hayali anı, hatıra ve pişmanlıklarımı depreştirdi de ondan. Birde bu kitabı o günün ekonomik şartları ve hayat anlayışı içinde nasıl bir emek ve fedakârlık içinde yazmaya çalıştığını düşündüm ve utandım kendimden.

      Altmış yedi sahifelik bu kitap için günlerini değil aylarını vermiştir Selahattin KOÇYİĞİT. Bu günün gençliği nereden bilsin, o tuşları yıpranmış, harflerinin çoğu silinmiş eski daktiloları; işte bu kitaptaki her cümleye bu daktilonun tuşlarıyla hayat vermiştir. Yanlış yazdığında daktilo silgisiyle silmeye çalışmış, fazla bastırınca kâğıt yırtılmış, yeni bir kâğıt takmak ve yazıyı baştan sona yeniden yazmak zorunda kalmıştır. Hele daktilonun şeridi eskidi mi, değiştirmek başlı başına bir meseleydi.

      Nereden biliyorum bunları, yazı ve şiir merakımdan dolayı babam bir dostundan emanet bir daktilo getirmişti; yazı ve şiir yüklü uykusuz gecelerim bu daktilo ile başlamıştı o yıllarda.

      1970 li yıllarda nasıl bir Kızılcahamam vardı, hayat şartları nasıldı ve insanlar bu hayat şartlarına uygun nasıl bir algı ve anlayış içinde yaşıyorlardı dersiniz. 1950 doğumlu olmam dolayısıyla o yıllarda yirmi yaşındayım; yani ayağımın yere basmadığı yıllar. Tam böyle denemez belki; ayağım yere basıyordu belki ama toplum hayatı, arkadaşlık ortamı ve alışkanlıklar benim gibi her delikanlının ayağını yerden kesiyordu o zaman dilimi içinde. Neden, nasıl ve niçin böyleydi.

     O yıllarda her lokantanın içkili olduğunu hatırlayan var mı; şu an Belediye Hizmet binasının bulunduğu yerde Rıza ŞAFAK’ ın, Emniyet Müdürlüğünün olduğu yerde Osman Usta’nın… Garson Orhan’ın her zaman alkollü ve bir o kadar kibar haliyle Osman Usta’nın lokantasında garsonluk yaptığını…  Kavganın, dövüşün erkeklik sayıldığını, kibarlık, nezaket ve efendiliğin pısırıklık veya korkaklık olarak algılandığını.

      Çoğunluğu ana cadde üzerinde, her köşede bir kahvehanenin olduğunu düşünün, hayal etmeye çalışın; duvarları sigara dumanıyla sararmış, tavanlarında hiç dağılmayan koyu bir bulut. Başta beton zemine serilen kereste talaşının, sonra sigara ve idrar kokusuyla ağırlaşan havasının genizleri yaktığını… Bezgin bakışlı, soluk yüzlü ve sevecen insanların demli çaylar eşliğinde oyun oynadıklarını, koyu sohbetler ettiğini.

     Domino diye bilinen bir oyun çok popülerdi o yıllarda; tahta ve ayakları oynak masalarda o sarı metal taşların çıkardığı sesler hala kulaklarımda. Altmış altı, pişti hararetle oynan başkaca kâğıt oyunlarıydı. Ramazan aylarında, teravih sonrası tombala oynandığını da söylerdi rahmetli babam.

     NOT:

     Bu yazı serisine devam etmek kararındaydım ve de edeceğim; ama yerel seçimlere kısa bir süre kalması ve siyasetin hayli ısınmaya başlaması nedeniyle şimdilik iki bölümle sınırlı tutuyorum. Umarım seçim sonrası yine devam eder ve Kızılcahamam’ın tarihine daha değişik bir açı ve zaviyeden bakmaya çalışırım.

     Her ne kadar yazılarımın toplumsal bir karşılığı olmasa, yorum veya eleştiri getirmek zahmetine bile girilmese de, ben yazmaya devam edeceğim. ALAK Süresini bilmeyen yoktur; OKU… diye başlar. Okumak adına yazacağım, okunmasa da… Alaka kurmak adına yazacağım ki, Yüce Allah insanı alakadan yaratmıştır. “O” kalemle öğretendir ki, yazdıkça öğrenmek adına yazacağım.

      “OKUDUKÇA ANLAYAN, ANLADIKÇA ALAKA KURAN VE YAZDIKÇA ALAKASI ARTAN VE ÖĞRENEN HERKESİN KURBAN BAYRAMINI KUTLAR, OKUMALARININ DEVAMINI, ALAKALARININ ARTMASINI VE ÖĞRENMENİN TADINA VARMALARINI TEMENNİ EDERİM.”

Saygılarımı sunuyorum. 07. 10. 2013


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26