banner94

BABAMIN  ÇORAPLARI…(4.Bölüm)

“ Hep mahzundu babam; bakışlarına sinmişti babasızlık…”

Hiç bitmeyen ince bir sızıdır babasızlık; mahzunluk olarak bakışlarda ortaya çıkar, görünür ve yaşanır hale gelir.

Gökyüzünde tek bulutun olmadığı, güneşin kalenderce gülümsediği soğuk bir kış günü düşünün; keskin bir bıçağın teni kesmesi nasıl acı verirse, öyle ayaza kessin hava, iliklere işlesin soğuk: Babasızlık böyle bir şeydir.

Mahzunluk olarak bakışlara yansır, görünür hale gelir, insan hayatına karışır ve yaşanmaya başlar: Anlatılması zordur ama yaşanması kolay mı?

Babamın yüzünü her hatırlayışımda, o parlak kış güneşine rağmen, iliklere işleyen o keskin ve can yakıcı ayazın acısı düşmüştür içime; biraz mahzun, biraz mahcup ve birazda mağrurca.

Ruhundan kopup gelen o dayanılmaz sızıyı bastırmak istercesine, kalenderce bir gülümseme gayretini görmüşümdür babamın her yüzüne bakışımda. Yüz hatlarında sükût olmuştur o acı, gözlerinde gariplik, dudak uçlarına konan mahzunca gülüş olup, donmuş kalmıştır öylece; biraz kırık, biraz kırgın ve birazda kızgınca…

Babamın o halini düşündükçe hep ağlamak istemişimdir gecenin ilerleyen bir yerinde; sessizliğe, yalnızlığa ve çaresizliğe akıtmak istemişimdir gözyaşlarımı. Bir ben bilmeliydim ağladığımı, birde babamın ruhu.

Onun yaşadığı mahzunluk çökerken yüreğimin o engin ve dingin vadisine; çiğ damlaları gibi düşmeliydi gözyaşlarım; ne kadar umut varsa o vadide, ne kadar hayal, ne kadar sevgi ve hasret yüklü duygu varsa hepsinin üstüne: İncitmeden, rahatsız etmeden ama yıkarcasına.

Hıçkırmadan, haykırmadan, incecik bir inilti eşliğinde ılgıt, ılgıt akıtmalıydım gözyaşlarımı; önce yanaklarıma, sonra gönlümün el değmemiş o meçhul ve müphem vadisine.

Ve bende babasızlığın mahzunluğunu yaşamalıydım kendimce; babam kadar derin ve dipli olmasa da.  

Baba başta taç imiş; ana her derde ilaç imiş: Öyle olmalı…

Taçsız baş, ülkesiz hükümdarlık gibidir; ya da hükümdarı olmayan ülke… Ananın her derde ilaç olması çok şeydir ama babasızlığın o mahzunluğunu yok etmez bakışlarda; o kırıklığı, o kırgınlığı ve o kızgınlığı…

“Hep mahzundu babam; bakışlarına sinmişti babasızlık…”

Babasızlık başıboşluk getirir insan hayatına; ya ülkesiz hükümdar olur o çocuk, ya da ülkesi hükümdarsız kalır. İşte babamda hiç baba yüzü görmemiş olduğu için, hükümdarsız bir ülke kurmuştu kendisine. Belki de ülkesiz hükümdarlığını ilan etmişti akıl enginliğinde.

O sabah, şafak sökmek üzereyken yaşanan da bu babasızlığın getirdiği fütursuzluk yahut lüzumsuzlukmuş; hadi başıboşluk diyelim. Bir oğul olarak böyle yorumlamak istiyorum ve böyle olmalı.

‘Sen bilirsin’ demiş babam ‘sen bilirsin deyince akan sular durur. Toprak damından atladığım samanlığın karaltısına düştü şapkam, dönüp alamadım, korktum bir gören olur diye; ne olursun git getir şu şapkayı.’

Neden ordaydı, ne arıyordu o samanlığın damında, o saatte ne işi olur insanın orada ve neden şafak sökerken gelmemiştir eve… Cevap yok; soru istemiyor babam.

Öfke, kıskançlık, kadınca duyguların hepsi annemin yüreğinde; ocaktaki ateşi tazelemiş o hırsla, sonra alevlerin kızıllığına uygun öfkeyle bakmış babamın gözlerine. Herhalde babasızlığın mahzunluğuyla birlikte yaşanan o derin mahcubiyeti de görmüş olmalı, ocağın alevlerine dikilip kalmış babamın gözlerinde.

Mahcubiyetin dile gelişi bu suskunluk ve yere dikili bakışlar olmalı; içi ezilmiş annemin. O da görmemiş ki babasını, biliyor ve devamlı yaşıyormuş o mahzunluğu ve ilk evliliğinden kalma mahcubiyeti. Üç yaşında bir çocuğu babasında bırakmanın acısını, hasretini ve utancını… Uzun hikâye…

Babam gibi annemin de yaşı çok küçükmüş; asker oldu baban, Yemen’e gitti demişler sadece. Sonra şehit oldu haberi gelmiş KITAZOĞLU Ahmet’in; babasından yana aklında kalan tek bilgi bu. Yemen’den kim dönmüş ki babası dönsün; yani dedem…

Hep mahzun yaşamış annemde; biraz kırık, biraz kırgın ve birazda kızgınca: Ama kime ve neye karşı…

Mahcubiyet, masumiyetin en değerli meyvesidir; mahcubiyetsiz masumiyet olmaz denemez; yaşanır ama değer ve anlam kaybı vardır o masumiyette. Bu duyguları herkes bilir, bilirde ifade etmekte zorlanır belki; o şafak vakti annemde bu duyguları yaşamış olmalı, dile getirmemiş olsa da.

Uzun bir sessizlik çöker ocak başına, yanan odunların çıtırtısı sarar toprak damlı genişçe odayı. Sonra yavaşça kalkar yerinden annem, yanan ocağa ısınması için su dolu iki güğüm yerleştirir. Havanın ışımasına az bir zaman vardır, giyinir ve çıkar dışarı.

Güğümlerde ısınan suyun amacı belli; vay ki, vay…

Sabah ezanı okunmak üzeredir dışarı çıktığında, köy imamı ezanı caminin yan duvarına yerleştirilmiş iri ve yüksekçe bir taşın üzerinde okumaktadır; minaresi yoktur caminin.

İmamla karşılaşmaktan çekinerek karanlık köşelerden geçerek tarif edilen samanlığa ulaşmaya çalışır; aylardan şubattır, havada ayaz, yerde alacalı kar.

Samanlığa ulaştığında soluk soluğa kalmıştır, telaş bir yanda, heyecan bir yanda. Günler önce yağan ve kirlenmeye başlayan karlar arasında bulamaz şapkayı, hayvan pislikleri yanıltır annemi, telaşlanır, yüreği sıkışır. Aydınlanmaya başlayan havanın yardımıyla toprak damlı samanlığın saçaklığı altında bulur; yukarıdan hoplarken o karsız bölgeye fırlamış olmalı.

Şapkayı bulduğu için sevinen annemin iç dünyası karma karışıktır o an, fırtınalar kopmakta, depremlerle birbiri ardına sarsılmaktadır.

Kanınca bir ihanetin deliline ulaşmıştır ama bu ihaneti kanıtlamak, karara bağlamak ve cezalandırmakta imkânsız: Affetmek, bağışlamak mümkün mü?

Bu samanlık kime ait, bitişiğindeki ev kimin bilmektedir annem; nasıl bilmesin bir avuçluk köy burası. Bir şapkanın bu samanlığın saçağına düşmüş olması neyin karinesi, kanıtı olur ki, neyi ispat eder.

Bulanık sular akmaktadır annemin aklından, bin bir karanlık ve kirli düşünce yüzmektedir bu bulanık sularda: Hangi düşünceyi tutup çıkarsın, hepsi kirli, hepsi çamurlu ve pislik içinde; altüst olmuş, darmadağındır duyguları.

Babam kokulu şapkayı yerden bu duygu ve düşüncelerle alır, el örgüsü kazağının koltuk altına gizler, ağır adımlarla eve yönelir isteksizce… Ne yapmalıyım, ne etmeliyim diye bile düşünemez; bitmiş ve boşalmıştır.

Molla Durali’ nin gelinidir o, kayınbabasını hiç görmemiş olmasına rağmen namı vardır köy halkı arasında; ilim irfan sahibiymiş…

Kocası Nuh onun oğlu, ağzından küfür çıkmayan, tek tokadını yemediği, hep huzur veren mahzun bakışlı adam… Ya sabır der, sabır da selamet…

Köy imamının sesiyle irkilir annem, suç üzere yakalanmışçasına sıçrar; cız eder yüreğinin en hassas yeri.

‘Hayrola Saffet Bacı, ne ararsın sabahın bu saatinde, ne gezersin böyle dalgın, dalgın.”

Sesi bir an çıkmaz, boğazı kurumuştur, şaşırır ne diyeceğini: ‘Hiç, bizim kara dana kayboldu da ona bir baktım…’

Hoca inanmış mıdır bu uyduruk lafa, yoksa bir şeyler sezmiş midir orasını Allah bilir; eve koşar annem, gün doğumu yakındır. Sabah çorbası pişecek, damdaki mallar çobana katılacak, dam süpürülecek bir sürü iş, güç…

Babam ocağa bir kucak odun daha atmış ve harlamıştır ateşi, ev ısınmıştır iyice. Usulca süzülür annem, kimseyi uyandırmak istemez. Koltuk altına sakladığı şapkayı uzatır babama…

Görür ki o mahzun gözlere yeni bir bakış daha gelip oturmuş, ömür boyu sürecek; ölesiye, kıyasıya bir mahcubiyet…

Hiçbir şey söylememiş, boşalan tek güğümü ocaktan çekip almış hışımla, ocakta kalan diğer güğümün ılıyan suyuyla sabah çorbasını yapmaya koyulmuş. Öbür evde uyumakta olan kızlarına bakmaya gitmiş bir ara; sevgiyle, şefkatle süzmüş, bakışlarıyla okşamış saçlarından birer, birer.

Babam sessiz ve kımıltısız oturmuş gün ışıyıncaya kadar ocak başında, kurulan sofraya usulca kaymış oturduğu sedirden ama birkaç kaşık alabilmiş. Her lokma yumruk olmuş, takılıp kalmış boğazına.

Kız kardeşlerimin şakalaşmaları, o küçük didişmeleri acımasız ve rast gele atılan tokatlar olmuş babamın suratına; kızarmış, bozarmış ve durmadan terlemiş.

Mahcubiyetini daha bir derinleştirmiş, utanç olarak yaymış yüreğine bu kavgasız, gürültüsüz suskunluk. O gün anlamış babam insanlığın, pişmanlıkla eş değer olduğunu ve yaşandığını.

Ne annem o günü bir daha anmış ve hatırlatmış babama, ne babam o gün nerede olduğunu ve ne yaptığını anlatmış, itiraf etmiş. Yaşanmamış farz edilmiş o gün ve o donuksu şafak vakti. Hani Mevlana’nın ‘HAMUŞ’ demesi gibi bir şeymiş o suskunluk; unutmamak ama konuşmamak da.

Bazen annemin aklına düşermiş, dam kürerken, ocakta çorba karıştırırken ama o kadar.

Bu yaşanan yalnız babamın gözlerindeki bakışı değişmiştir, mahzunlukla beraber bir mahcubiyet gelip oturmuştur o kara gözlere; artık kara değilmiş gözleri, kahverengi mi olmuş ne: Mahcubiyetin rengi… Kederin, kader olarak gözlere yansıması bu olmalı…

Neden anlattım, annemin yıllar sonra gülümseyerek hikâye ettiği, babamın hüzünlenerek dinlediği bu hadiseyi…

Saklanan çürür ve çürütür hayatı; hikâye edilense ne ifşadır, ne itham, nede itiraf. Hayat kesitlerinde insanı aramaktır hikâye; ola ki masal, misal veya kıssa: Ne fark eder ki.

Ben babamı arıyorum zaman tünelinde, bulduğum gibi anlatmak ve onu yâdımda tutmak için.

Nasıl Yüce Allah(c.c.) Hz. Âdem’in(A.S.) yaşadıklarını, O’nu hayata katmak için anlatmış ve kıssa haline getirmişse.

Nasıldı o kıssa gelin birlikte hatırlamaya çalışalım; ben o kıssayı anlatılan gibi değil, anladığım gibi anlatacağım. Ne Ayete uzanacak dilim, nede Hadislere; niyetim dinlediklerimi kendi akıl ölçeğimde tevil ve tefsir etmek… (Devam edecek)


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26