banner94
(Bu yazımız çok uzun, ben çoğunlukla bilgisayarda okumam beğendiğim yazıyı yazıcı da yazdırır, kağıttan okurum. Siz nasıl yaparsınız bilmem. Akıl vermek haddime düşmez. Belki de beğenmez hiç okumazsınız. Ama beğenmemek için bile okumanız lazım. Ben köşe yazarı değilim. Bu da bir köşe yazısı değil.)
NE OLDU DA N'OLDU NEDEN BÖYLE OLDU?
GÂVURLUKTAN GÂVURLUK DOĞDU
Bir önceki yazıda CHP'den bahsedeceğiz diye başlayıp, 2. Abdülhamit'in halledilmesine kadar ki tarihimizi kısaca hatırla(t)mıştık. Bu yazıda daha derin meseleleri, dünya ölçeğinde, insanlık tarihini gözeterek anlatmaya çabalayacağım.
 
İNSAN VE TARİH
 
Star Wars'ın başlangıcında hikayenin "çok uzun zaman önce çok uzak bir galaksi de" yaşandığı söylenir. Bizim hikayemiz dünyamızda, çok uzun zaman önce başlıyor.
 
Allah vardır, başka hiçbir şey yoktur. "Biz de varız, dünya da var, alem de var" diyeceksiniz. Evet varız, VAR’DIR. Ama Allah'tan gayrı her şey Allah'ın yaratmasıyla varlık kazanır. Ama sadece Allah vardır. Allah kendi zatında hiç bir eksiklik olmadan yaratır. Yaratması O'nda ne bir eksiklik, ne bir yorgunluk doğurur. Allah var’dır, onun var'lığının bir karşıtı, bir sınırı, bir mekânı yoktur. Allah alemi yaratmış ve kenara çekilip seyrediyor değildir. Allah, her an, yaratmaya devam eder. Bize şah damarımızdan daha yakın oluşu, bizi her an yaratıyor oluşundandır.
 
Dünyaya geliyoruz. Doğduk ama doğduğumuzu bile aynelyakîn bilmiyoruz. Doğuşunu hatırlayan var mı? Bizden sonra gelenlerin doğduğunu gördüğümüzden, analarımızın babalarımızın doğduğumuzu söylemesinden dolayı doğduğumuzu sonradan öğrendik. Aslında doğduğumuzda "yok gibi bir şey"dik. Öğrendikçe, bildikçe varlık kazandık. Kendi varlığımızdan önce başkalarını müşahede ettik, kendimize bile kendimize baktığımızı bilmeden baktık. Sonra sobada elimizi yaktık, aynaya baktık gürdük, düştük, kalktık, ağladık, güldük. Birilerinin doğduğunu, birilerinin öldüğünü gördük.
 
Anladık ki; kendimizi içinde buluverdiğimiz dünya, bulunuşumuzdan çok sonra farkına varıverdiğimiz bu hayat, ebedî değil. Gelen, hiç kurtuluş yok, sonunda gidiyor.
 
İlk gelen Adem olmuş, yanında eşiyle birlikte. Nerden nasıl gelmişler siz de bilirsiniz. Adem hem ilk insan hem de ilk peygamber. Adem'in peygamberliği dünya'dan önceki tecrübesinin bilgisine mi dayanıyor, yoksa dünyaya gelişinden sonra da vahye muhatap oldu mu bilmiyorum. Ama Kur'an’dan öğrendiğimize göre "eşyanın ismi" Adem'e öğretilmiş.
 
İnsanlığın dünya macerası Adem ve Havva ile başlıyor. Dünya zamanıyla ne kadar önce olduğunu bilemiyoruz. Hıristiyan ve Yahudilerin hesaplarına göre 15.000-20.000 sene önce. Müslümanların böyle bir hesabı yok. Olanlar da Yahudi Hıristiyan "zan"larına aldanmışlardır.
 
Fosiller, kemikler bulunuyor 150.000 senelik, belki milyon senelik. (karbon testi dedikleri bir yöntemle yaşını tespit ediyorlar). Dünya olarak sadece Eski dünya bilinirken, bilinmeyen (Yeni) dünyada, Amerika'da, Karayipler’de, Pasifik’teki adalarda insanlar yaşadığını sonradan öğrendik. Dünyanın çözülememiş pek çok sırrı var. Umulmadık yerlerde acayip yapılarla karşılaşılıyor. Birbirlerinden çok uzak da olsalar her kültürde müşterek geçmişle ilgili benzer efsaneler var. Atlantis, Mu kıtası tarihin değil efsanelerin alanına giriyor. İnsanlığın geçmişten gelen efsanelerin arasına sıkışmış olağanüstü bilgileri var. Ama bunun yanında o bilgilerle orantısız bilgisizlikleri. Modern, yaşadığımız çağın, hükümran gücü (Antik Yunan ve Roma’yı kök olarak kabul eden, Hıristiyan - Yahudi Kapitalist) Avrupa Medeniyetinin kısır kendi merkezci tarih anlayışı insanlığı yalanlar ve efsaneler arasında sıkışmış bir tarih bilgisine mahkum etmiş. İnsanlar taşları yontmuşlar, cilalamışlar, önce maymunmuşlar.
 
“Tarihi galipler yazar” derler. Tarih (yazımı) bir yapıntıdan başka nedir ki? Yapıntıların içinden hakikatleri bulmak “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” beyinler ister. Bizim bir “resmi” tarihimiz olduğu gibi (Kapitalist bir işleyişi olan) Modernliğin de bir “resmi” tarihi var. Aama hakikat söyledikleri gibi değil.
 
Günümüzde hükümran olan, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist, Hindu bütün insanlığa, hayat tarzını dayatan Modernlik ne?
 
MODERNLİK(E KADAR)
 
İnsanın insana has temel bilgisi nedir? İnsan diğer canlılardan farklı olarak dünyaya gelişiyle değil, dünyada oluşuşuyla (olgunlaşma) insan olur. Her dünyaya gelen insan yavrusu insan olma adayıdır. İnsan, insanla birlikte insan olur. İnsan hayvandan aşağı olabilir, çünkü hayvanın yaratılıştan gelen dünyada yaşayabilme bilgisi insanda yoktur. İnsan melekten üstün olabilir, çünkü insan verilmiş melekeyi geliştirme kabiliyetine sahiptir. Ama o melekenin farkına varabilmek için (en az bir su motorunun sahip olması gereken kadar) bilginin dışardan verilmesi gerekir. Bu dışarısı ailesi, içine doğduğu toplumdur, millettir. İnsan yavrusu, insan (oluş) yolunda seyri sülük ederken kendinin farkına varır. Kendini bilir diyemiyorum, çünkü “bilmek” çok yukarda bir derece. İnsan kendinin farkına varırken aynı zamanda başkalarının da farkına varmış olur. İşte bu aşama insanın insana has temel bilgiye açılabileceği anın da başlangıcıdır. İnsana has temel bilgi “Allah, Tanrı, Rab, Hüdâ” bilgisidir. İnsan Allah’ı, Rabbını bilir, hakkıyla (gerçeğiyle) iman eder ve O’nun yaratışına teslim olursa dosdoğru bir istikamet sahibi olur. Adem’den bu yana nice insanlar gelip geçmiş, hakkın galip ve hükümran olduğu zamanlar olduğu gibi zulmün ve küfrün (karanlığın) galip ve hükümran olduğu zamanlar da yaşanmıştır. İnsan bilmiş, öğrenmiş, unutmuş, aldanmış, yoldan sapmış, uyarılmış, cezalandırılmış, sonra yine bilmiş öğrenmiş, sonra yine unutmuş aldanmış. Her dönemde unutanlar, gafiller kafirler, gavurlar olduğu gibi, iman edenler, gerçeği hakkıyla bilip teslim olanlar da olmuş.
 
En değerli olan sona saklanır. Asıl hal son haldir. Yıllar, yıllar, yıllar geçmiş, Allah’ın En Sevgilisi, Peygamber Efendimiz Aleyhisalâtü Vesselam gelmiş. O İnsanlığın son demlerinin doğru yolunu göstermek, insanlara son örnek olmak için gelmiş.
 
Peygamber Efendimiz vazifesini yapmış, bilginin en safını en doğrusunu, haliyle, sözüyle aracısı olduğu Kur’anla insanlara göstermiş, anlatmış. Hicret etmiş müslümanların hakim ve güçlü olduğu bir siyasi sosyal yapı oluşturmuş ve vakti gelince gitmiş.
 
Peygamberimizden geriye kalan ne? Kur’an ve Sünnet. Müslümanlar bu saf bilgi üzerine hayatlarını idame ettiklerinde hak üzere olur, insan gibi yaşarlar. Unutup, aldanıp sapıttıklarında da gafillerden olurlar. İnsan dünyaya gelmişse, mecburen yaşıyor. Hayattan, yaratılmışlıktan kaçmak yok. Hayat hayrın ve şerrin, hak ile batılın zikzakları, haram ve helal içinde yaşanıyor. İnsan dünyada zenginlikle de imtihan olunuyor, fakirlikle de. Galibiyeti de tadıyor, yenilgiyi de. Dünya da karşılaştığımız güzellikler ya da sıkıntılar dünyanın değeri kadar değerli. Sonunda her şey ömrünü tamamlayıp, başka bir hale tebdil oluyor.
 
İnsan dünyada bir siyasi sosyal yapı içinde yaşar. İnsan madde ve manadan ibarettir. Müslüman’ın manası yaratılmıştan Yaratan’a uzanır. Müslüman gayb ile müşahede edilebilen  arasında bir ortam olduğunun bilinciyle yaşar.
 
Hicretten önce de dünya da insanların içinde bulunduğu sosyal ve siyasi, maddi ve manevi ortamlar vardı. Peygamber Efendimizden önce gelmiş peygamberlerin kalıntıları, insanlığın o zamana kadar yaşadığı tecrübelerden öğrendikleri bilgiler vardı. Müslümanlar bütün bu yapıların karşısına hakkın (gerçeğin) temsilcisi olarak çıktılar ve uzun zaman cahiller, gafiller sapkınlar üzerine hükümran oldular. Sonra gün geldi, yavaş yavaş güçten düştüler bu günlere geldiler.
 
Ne oldu da n’oldu, neden böyle oldu? Sorusunu bu bağlamda soruyoruz. İslam olduğu yerde duruyor. Bilginin saf olanında bozulma yok. Dünyada hala müslümanlar var, ama bu müslümanlar kafirlerin belirlediği bir hayat tarzı içinde ömür tüketiyor, hayatlarının her anında Gavurluğun ürünleriyle karşılaşıyor. Hayatını gavurluktan temizlemesinin mümkün olmadığını fark ediyor. Artık neyin gavurluk, neyin hak olduğu bilgisi bile çoğu kimsenin zihninde karışık. Ne oldu da n’oldu neden böyle oldu?
 
Onlar ilerledi de biz geri mi kaldık? Onlar çalıştı biz tembellik mi ettik, onlar aklettiler gayret ettiler biz aklımızı kullanmadık mı? Bu işin sırrı ne?
 
MODERNLİK
 
Önce bu gavurluğun köküne bakalım. Her şey Avrupa’dan çıkıp dünyaya yayılmış. Avrupa en parlak günlerini Roma zamanında yaşamış. Roma’nın Hıristiyan oluşuyla Hıristiyanlaşmış. Aslında şöyle derler. “Avrupa Hıristiyan olmadı, Hıristiyanlık Avrupalılaştı.” Roma Doğu ve Batı olarak ikiye bölünüyor. Katolikliğin ve Ortodoksluğun kökü burda. Batı Roma yıkılıyor. Sonra Avrupa Orta Çağ’a giriyor. Orta Çağ Avrupa’nın Orta Çağı, Avrupa’nın Karanlık çağı Avrupa’nın dışında çoğu yer aydınlık.  Avrupa Hıristiyan. Ama İsa Peygamberin bir İbrani peygamber oluşundan, Hıristiyanlığın öncesinin Yahudilik oluşundan Avrupa’nın kılcal damarlarında, Hıristiyanlığın içinde Yahudilik Hıristiyanların içinde Yahudiler yaşıyor. Hıristiyanlığın Avrupalılaşması demek, eski pagan çok tanrılı Roma dinlerinin kalıntılarının, sosyal hayatın içinde, Hıristiyanlığın içinde (bir bozucu etken olarak) yaşıyor olması demek.
 
Modernlik Avrupa’dan çıkıp dünyaya yayılmış. Avrupalılar Avrupa’dan çıkmadan önce nasıl bir dünya var?
 
İnsanların bir kısmı birbirinden habersiz. Eski Dünya denilen Avrupa, Afrika ve Asya. Okyanusya’dan Amerika’dan Eski Dünya’nın haberi yok. Biliniyorsa da sınırlı bir seçkin tarafından biliniyor olmalı. Orta ve Güney Amerika’da Aztek, İnka, Mayalar ya da kalıntıları, kuzeyde avcılığa dayalı doğal yaşam süren Amerikanın yerlileri yaşıyor, Atlas Okyanusunda, Pasifik ve Hint okyanusunda Afrika’nın derinliklerinde İptidai şartlarda yaşayan insanlar var. Müslümanlar İspanya’yı fethetmişler 400 yıla yakın İspanya da hükümran olmuşlar, Sicilya 200 yıl Müslüman yönetiminde kalmış. Pasifik ve Hint Okyanusundaki adalarda, Hindistan’da Çin’de Müslümanlar var. Çin, Japonya ve Hindistan’da, Budist, Taoist, vs. dinlerin mensupları var. Bunların siyasi sosyal yapıları var. Avrupa’nın Doğusu Moğol Müslümanların Hakimiyetinde, Hindistan da Müslümanların hakim olduğu bir siyasi sosyal yapı. Buralarda canlı bir sosyal ve ticari hayat var. Osmanlı İstanbul’u fethetmiş, Balkanlarda ilerliyor, Orta Avrupa’ya kadar gelmiş. Hıristiyanlık can çekişiyor. Bu gün dünyada en kalabalık din mensubu Hıristiyanlarsa o zaman herhalde azınlıktalar. Avrupalı pislik, bağnazlık, hurafe, adaletsizlik, cahillik ve zulümden mürekkep çürümüş bir sosyal ve siyasi kısır bir ticari yapının içinde. Bir Müslümanlar, Osmanlılar, Türkler tarafından bir yarım adaya sıkıştırılmış. İstanbul’un fethinden sonra Türklerin daha nereye kadar geleceklerinin korkusu içinde yaşıyorlar. Katolik Avrupa böyleyken Ortodoks Hıristiyanlar Osmanlı hakimiyetinde.
 
Bu böyleyken İspanya içinde bir Haçlı seferi yaşanır. İspanya Avrupa’nın ötekisi, düşmanı, korkusu olan Türklere en uzak nokta ve Endülüs Müslümanların en zayıf halkasıdır. İspanyol Reconcoestasında Anadolu’dan Avrupa içlerine kadar gelen taze İslam gücü Türklerin baskısının ne kadar rolü olduğunu bilmiyorum. Ama bence olmalı.
 
O zaman dünyanın her şeyiyle hükümran gücü Müslümanlar. Müslümanların Avrupa’ya en yakın olanları en tehlikeli bildikleri Türkler. Avrupalı için Türk Müslüman demek. (Hakikatte bu değil mi?)
 
Avrupalı o zaman bu sıkışmışlığın zorlamasıyla can havliyle hareket ediyor. Buna mecbur. Bütün Avrupa olarak Türklere karşı buna mecbur, hem de o çürümüş sosyal ve siyasi yapı içinde birbirlerine karşı kişi yada derebeylik olarak, serf ya da soylu olarak buna mecbur. Batısında deniz doğusunda Türkler var. Türkleri yenebilecek bir Haçlı ordusu oluşturmaya güçleri yetmez. Ne yapacaklar? Deniz yolunu denemişler. Kaşiflik, baharat yolu, Hindistan’a gidecek bir yol bulma amacı, ticaret gayesi falan filan. Çoğu hikaye adamlar can havliyle hareket ediyorlar, gittikleri yerlerde ticaret falan yapacak da değiller. Zaten yapmamışlar da. Kurşun sıkıp, altın almak, mal almak ticaret midir?
 
Amerika’yı buluyorlar, İspanyollar birkaç filoyla birkaç sefer sonunda bugünkü Brezilya hariç   Meksika’dan aşağı doğru bütün Orta ve Güney Amerika’yı işgal ediyor. Portekizlilerin payına Brezilya düşüyor. 300-500 kişilik askeri güçle binlerce insanı katlediyor, birkaç medeniyeti yok ediyorlar. Hint Okyanusu ve Pasifik adalarına ulaşıyorlar. Buralarda önce kaleler koloniler kurup sonra yavaş yavaş askeri güç kullanarak, katliamlar yaparak hakim oluyorlar. Bu dışa açılım can havliyle hareket eden Avrupalı’ya bir can simidi oluyor. Dünyanın kendi halinde yaşayan ateşli silahlardan habersiz insanları üzerinde “sahip” oluyorlar. Türklerin karşısına çıkmaya güçleri yok. 300-500 kişiyle kıta fethederken Türklerin karşısına milyon asker çıkarması lazım. Gavur bunu yapar mı? Yapmaz.
 
1500’lü yıllarda Avrupalı bilimde, kültürde, medeniyette, insanlıkta dünyanın en gerisinde. Hem Türkler karşısında hem de birbirlerine karşı can havliyle hareket ediyor dedik ya bildikleri sadece gemi yapmak ve ateşli silahlar. Bunlarda da Türklerden ileri oldukları söylenemez. Çünkü Akdeniz, Karadeniz bir Türk gölü. Türklerin karşısına adam gibi bir donanma, adam gibi bir ordu çıkarabilmek için daha çok zamana ihtiyaçları var.
 
İşte (sonradan bir dünya sistem haline gelecek olan) Kapitalist işleyiş dedikleri şey bu şartlarda arzı endam ediyor.
 
Kapitalizm dedikleri bu işleyişin, normal ticari faaliyetten ne farkı var? Öyle ya insanlar her zaman ticaret yapmış, birbirleriyle mal alışverişi yapmışlar. Yaşamak için buna mecburlar. Avrupa’da kapitalizm dedikleri bu işleyiş ortaya çıkarken, Türklerin, Müslümanların, Hintlilerin, Çinlilerin yaşadığı yerlerde daha canlı bir ticari hayat var. Avrupa dışındaki ticaret kapasitesi Avrupa’dan kat kat fazla. Peki ne oldu da n’oldu neden böyle oldu? Dünyanın diğer insanlarının geçim kavgası kapitalist aşamaya varamadı da neden Avrupalının ki vardı?
 
İnsanlar ticareti, hayatın bir mecburiyeti olarak yaparlar. Ticaret, alış-veriş, hayatın amacı değildir. Her şey parayla maddi kazançla ölçülmez. Ama kapitalist kafa, her şeyi paraya, maddi kazanca tahvil eder. İnsanlar bir noktada doyar, paylaşır, ama kapitalist doymaz paylaşmaz, sermaye birikimini en azamiye çıkarmak için her türlü aracı kullanır. Katliam ve soykırım yapmaktan çekinmezler. Maciavelli’nin Prens’inin Avrupa’nın siyasi hayatındaki etkileri kadar kapitalist burjuva tavrında da etkisi olmalı.. Kapitalizm de devlet kapitalist burjuvanın aracı, askerî, hukukî, sosyal düzenleyici gücü haline gelir. Süreç içinde Avrupa’nın icat ettiği (fizikî ve sosyal) bilim(ler) de kapitalist işleyişin aracı olarak doğmuş ve kullanıl(mış-makta)dır.
 
Kapitalist işleyişin ilk önce İtalyan şehir devletlerinde ortaya çıktığı söylenir. Tabi o zaman İtalya falan yok. Venedik, Cenova, Floransa falan, İtalya, İtalyanlık daha 1850’lerden sonra İtalyan birliği sağlandıktan sonra ortaya çıkacak. O zaman Avrupa da şimdiki manada milli devletlerde yok. Adı var kendi yok krallar, derebeyler falan filan.
 
İspanyol – Portekiz sömürgecilik faaliyeti Avrupa’ya bir zenginlik transferi sağlar. İspanya Osmanlı dışındaki Avrupa devletlerinin en güçlüsü olduğu bir dönem yaşar. Ama kapitalist işleyişin merkezi olmayı beceremez. Neden beceremez? Bence kendi Yahudilerini yok ettiği  için, İspanyolların Katolik olmasınadan, Katolikliğin en katı yaşandığı çağda ve yerde olduğundan, yüzyıllarca Müslümanlarla birlikte yaşamışlıktan kaynaklanan derin kültürel sebeplerden, Akdenizli olmanın rehavetinden olabilir.
 
Kapitalizmin diğer ticari faaliyetlerden   şöyle bir farkı da var. İnsanlar bir şekilde geçinirler. İnsanların tuhaf ve hayret edilecek geçim yolları vardır. İnsanlar bu geçim yollarını bulurlar, icat ederler. Ama esas olan bu geçim yollarının insani ve asli bir temelinin olmasıdır. Toplumun alt tabakalarına doğru geçim yolunun insani ve asli oluşu tavsar gevşer. Ama toplumun üst tabakalarında bu geçim yolları insani ve hakiki bir içerik taşımalıdır. İşte kapitalizmde bunun tersi olur. En zengin olan en süfli işle uğraşabilir. (tefecilik gibi) En fakirin yaptığı iş de en hakiki iş olabilir.(bahçesinde sebze, meyve yetiştirmek gibi) En hakiki işle uğraşan en alt gelir grubunu oluşturur, ama en süfli işi yapan (şovmen, manken) en çok parayı kazanır. Kapitalist işleyiş, geçim yolunun hakikiliği, meşruluğu, insaniliğiyle ilgilenmez. “Bu bir iş” derler, “bu sadece bir iş” derler “This is Jop” derler, sonra da adamı öldürüverirler.
 
Kapitalizmin her aşamasında sermaye birikimini azami sağlayan, kapitalist işleyişin güncel ana kazanç yolu olan bir yol olmuş. Sermaye birikiminin temerküz ettiği bir alan, bir ülke olmuş. Kapitalist Metropol önce İtalyan Şehir devletleri oluyor. İspanyanın neden olamadığıyla ilgili fikrimi yukarda yazdım. Sonra İspanyol hakimiyetinden kurtulan Hollanda dediğimiz Birleşik Eyaletler Merkezliği devralıyorlar. Hollandalılar bunu gemicilik yaparak sağlıyor. Sonra Kapitalist Merkez Birleşik Krallık (Britanya) oluyor. Paris- Londra arasında gidip geliyor. 2. Dünya savaşından sonra da ABD’ye geçiyor.
 
Bu adamlar, bu gavurlar bütün dünyaya silah gücüyle, katliamlar, soykırımlar yaparak yayılırken, kendi aralarında da can havliyle hareket ediyorlar dedik ya Avrupa’da da uzun zaman kendi aralarında savaşıyorlar, mezhep savaşları, veraset savaşları yaşıyorlar, Kapitalist işleyişin gerektirdiği aşamalarda, siyasi ve hukuki yapı ihtiyaçlar doğrultusunda değişiyor. Laikleşme ve milli devletler ortaya çıkıyor. Yukarda Yahudilikten bahsettim. Bütün bu süreçlerin içinde Yahudilik derin bir etken. Hıristiyan ruhban sınıfın yönetme yetkisinden kurtulmak elbette Yahudilerin çok istedikleri bir şey. Dini tanımların yerini milli tanımların alması da Yahudilerin hoşuna gidiyor. Avrupa’nın güçlenme aşamasında, felsefi, bilimsel, kültürel, sanatsal, edebi ürünleri verenlerin dini köken olarak oranlaması yapılsa herhalde Yahudiler Katolik ve Protestanlara birkaç kat fark atar. Şu kadar Hıristiyan, şu kadar adam çıkarmış, şu kadar Yahudi şu kadar adam çıkarmış oranı.
 
Avrupa’nın bu kaçak güreşini Osmanlı biraz geç fark ediyor. Portekizlilerin İspanyolların Hint Okyanusuna indikleri zamanlarda Yavuz yönünü doğuya dönüp, Mısır ve Arabistan’a iniyor. Mekke ve Medine’yi güvence altına alıyor. Kanuni zamanında Hint Okyanusunu Gavurdan temizlemek için donanma hazırlanıp gönderiliyor, ama başarılamıyor. İşin vahametinin Osmanlı da farkında değil. Eğer bu adamların dünyaya, müslümanlara yapacaklarını bilseler, elbette canlarını dişlerine takar, Avrupa’yı fethetmenin bu gavurları Hint-Pasifik’ten defetmenin çaresi bulunurdu. İşin vahameti fark edildiğinde  buna güç ve imkanları yetmiyor. Bu gavurlar hala Osmanlının karşısına çıkabilecek cesaretleri yok, gıdım gıdım, parça parça Osmanlı’yı geriletiyorlar. Osmanlı karşısındaki tutumları elbette kendi aralarında ki rekabetten de etkileniyor. Osmanlı önce bunları umursamıyor, ama yavaş yavaş psikolojik üstünlük gavurluğun eline geçiyor. Osmanlı bir İmparatorluk. Değişik milletlerin değişik dinlerin müntesipleri tebaa olarak   bu hükümranlık altında yaşıyorlar. Ama hakim unsur Türkler. Türkler (Müslümanlar) diğerlerine hoş görüyle yaklaşıyor, kendi kendilerine adaletle  hükmetmelerine müsaade ediyor, gayrimüslimler de mecburen ama hayatlarından memnun bir şekilde Osmanlı hakimiyetinde yaşıyorlar. Psikolojik üstünlük gavurluğa geçince tebaa olan gayrimüslimler de yavaş yavaş kıpırdanmaya başlıyorlar. Ama bu kıpırdanma kendiliğinden gelen güçtenle değil de, daha çok Avrupalı devletlerin kollama ve kışkırtmalarından aldıkları güçten dolayı Osmanlı için tehlikeli hale geliyor.
 
Avrupalı sömürgecilik faaliyetleriyle Avrupa’ya zenginlik taşıyor. Avrupa’dan insan ihraç ediyor. Bu hem Avrupa’nın sosyal sorunlarının çözülmesine, insicamın sağlanmasına, hem de emek ve insan gücü verimliliğinin artmasına neden olmuştur. İnsan zenginleşince, karnı doyup, korkularından kurtulunca, sanata, felsefeye, dünyada ki oluşu anlamaya yönelir. Avrupalı da böyle yapıyor. Bu Avrupalı’nın hem insani tepkilerinden hem de kapitalist işleyişin gereklerinden doğuyor. Avrupalı bilginin hakikatinden yoksun. Bu hakikate karşı durarak dünyada yaşamayı seçmiş. Bilgiye yönelişinin temeli bozuk. Ama elbette Allah insana akıl vermiş, gayret edenin gayretini boşa çıkarmamış, bu gavurlar temeli bozuk bilgilerinin üstüne, o bozuk temele uygun bir bilgi, bilim, kültür, teknik inşa etmeye başlıyorlar. Osmanlı hala işin vahametinin farkında değil.
 
Avrupalı bilimsel düşüncesini inşa etmeye başlıyor. Bu başlangıç halindeki bilgi birikimi diğer insanların hele müslümanların bilgi birikiminden belki aşağı ama kesinlikle yüksek değil.
 
Bu adamlar oynarken oynarken bir şeyler buluyorlar. Aslında onların bilimsellik dedikleri şeyin kategorik olarak büyüden bir farkı yok. Bilim adamları da bu durumda büyücü oluyor. Ateşli silahlarla başladıkları işe bilimsel büyücülükleriyle devam ediyorlar. Avrupalının gerek sosyal, gerekse görünen alemdeki oluşla ilgili gayret ve araştırması, kapitalist işleyişten bağımsız değil. Bütün gayret kapitalist işleyiş içinde bir metaa dönüşüyor. Kârı azamileştiriyor. Falan filan. Bir sosyal yapı var, dinamik bir sosyal – kültürel – ekonomik işleyiş var. Bu yapı onlara güç sağlıyor. Bu güçlerini hem birbirlerine karşı, hem sömürgeleştirdikleri insanlara karşı kullandıkça daha da güçleniyorlar.
 
Bir noktadan sonra Osmanlı başının belada olduğunu anlıyor. Gavurla, savaşta, asker olarak karşılaştığı için, meselenin askeri olduğu zannıyla askeri reformlar yaparak batılılaşmaya başlıyoruz. Sonra onlar kovalıyor Osmanlı kaçıyor, onlar önden gidiyor, Osmanlı onları takip ediyor. Süreç içinde dış etkenler galip geliyor Osmanlının siyasi ve ekonomik yapısı bozulmaya başlıyor. Kurtulmak için yaptığımız her hareket bizi daha çok batağa sürüklüyor. Batıda ne olup bittiğini Osmanlı bir türlü anlayamıyor. Bu 20. yüzyıla kadar devam eden bir süreç. Kökü zehirli bir ağacın meyvelerinde gıda arıyoruz. Bunları yaparken bir yandan da o güçlü günlerimizi hatırlayıp daha İslamî tavırlar sergilemeye çalışıyoruz. Yaptıklarımıza dini kılıflar, fetvalar buluyoruz.
 
Osmanlının son yüzyılı “biz neyiz” ve “nasıl olmalıyız” sorusunun cevabını aramakla geçiyor. Ama kendi gerçeklikleriyle (varmaları muhtemel hatta kaçınılmaz noktadaki) ütopyaları arasındaki uyumsuzluğu bir türlü aşamıyorlar. Kendi sosyo-ekonomik temelleri yavaş yavaş bozulurken, durup durup yeniden başlıyorlar. Batıyı tanımıyorlar. Tanımaya çalıştıklarında da küçümseme ile hayranlık arasındaki çelişik psikolojileri verimliliği bozuyor. Bir Müslüman olarak bu gavurluk karşısında ne yapacağını bilemiyorlar. Kimi Müslümanlıktan bile vazgeçmeye kalkışıyor, kimi “bilim ve tekniği alalım bizim dinimiz bize yeter” diyor. Ama mesele o kadar basit değil..
 
Bir kere batılının bilimsel düşüncesi tanrı tanımaz, tanrı görmezden gelinebilir, hesaba katılmaz. Sadece dünyevidir. Gerçekliğin sadece bir yüzünü görür, hakikate kapalıdır. Her şeyi dünyadan ibaret görür.
 
Bir teknik de bir kültürün içinde o kültürün ihtiyaçlarına göre ortaya çıkar. Tekniğin bilimsel, kültürel, ekonomik temelleri vardır. Biz batıdan aldığımız her teknolojinin neden gerisinde kaldık? Çünkü o tekniği doğuran alt yapı yok. Aldığımız tekniğe göre alt yapıyı kurduğumuzda, onlar daha ileri bir aşamaya geçmiş oluyorlar ve her seferinde onları geriden takip ediyoruz. Bu yetişme çabamız, o tekniği üretebilecek yerlileşmeye ulaşmamıza engel oluyor. Çünkü her atılım çabamız aynı zamanda bir alt yapının da tahrif ve tahrip olmasına sebep oluyor. Ekonomik verimliği yok ediyor, sömürüye mühlet veriyor. Kapitalist işleyişin geçirdiği aşamalar içinde temin ettiğimiz imkanları kazançtan sayıyoruz. Halbuki kapitalizm “her şeyin aynı kalması için her şeyi, (hep bir şeyleri) değiştirir. Birazcık zenginleştiysek sistemin zenginliğimize ihtiyacı olmasındandır.
 
Ben Orta okulda okurken fen bilgisi hocamız, kulakları çınlasın, iyi niyetle “Bilim insanın maymundan geldiğini söylüyor, Ama biz Adem’den geldiğimize inanıyoruz” demişti. Bütün öğrenim hayatı boyunca bilimselliğin yanılmazlık olduğunu öğrenen, bilimsel düşüncenin övgüsüyle büyüyen çocuklar, belki bir süre Adem’den geldiğine inanır. Ama işte bu bilgi ve bilimsellik anlayışıyla bir süre sonra hakikate yüreği kapanır. Genetik bilimindeki onca gelişmeye rağmen, evrim teorisi halâ dünyada ve Türkiyede  bilimselliğin kalesidir. Bir teoriden başka bir şey olmayan bilimci kabuller (küresel sistemin kültürel, bilimsel, siyasi ve ekonomik hakimiyetinin gereği ve aracı olarak) bilimsel gerçek gibi insanlığa dayatılır.
 
ÖZETLERSEK;
 
1-     Avrupalı Türklüğün zorlaması sonucunda can havliyle hareket ederek kapitalist işleyişi doğurmuştur. Kapitalist işleyiş Türklüğe, Türklere rağmen doğmuştur. Aralarındaki fark Hak ile Batıl arasındaki fark gibidir. Modern dünya tarihinde Türklük inkar edilemez, görmezden gelinemez bir etkendir.
 
2-     Modernlik insanlık tarihinde bir sapmadır. Gücü ve kazancı gözeten ama adalet gözetmeyen, bilginin sadece bir yönünü esas alan ama bilginin hakikatine bilinçli bir tercih olarak kendini kapatmış bir işleyiştir. Son 100 senedir küresel hegemon bir sistem haline gelen ve her şeyini insanlığa dayatan bu yapı tarihseldir, kaçınılmaz ve insanlık tarihinin doğal bir aşaması değildir. Ve elbette bu düzen bir gün yıkılacak, insanlık bunlardan kurtulacaktır.
 
3-     Kapitalist işleyiş (modern dünya sistem) hayatın her alanına nüfuz etmiştir.Kendi bilgi sistemini, bilgi sistemini üretip geliştirecek mekanizmaları kurmuştur. Resmi tarihini yazmış, insanlara birer dolma olarak bu yalanları, ilaç diye yutturmuştur. Modernliğin 2+2=4 demesine bile şüpheyle baktıracak bir şüpheyi hak edecek durumdadır. Bir şeyin (her şeyin değil) bidayeti neyse nihayeti de odur. Bu adamların bu günkü güçlerinin, zenginliklerinin, güya medeniliklerinin kökü insanlığa ettikleri fenalıklardadır. Cinayette, katliamda, sömürü de zulümdedir. Biz “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” diye şiirler türküler söylemiş, Mahir Kaynak’ın deyimiyle bir eşeğin ne kadar yük taşıyabileceğini bile dert edip vicdanımızla hareket etmiş bir milletiz. Elbette onların çok namlulu makineli tüfeklerini, atom silahlarını icat etmezdik. Bizim milletimizde, adaletsizlik, zulüm, sömürü olmaz mı? Elbette vardır. Onların medeniyetinde hiç mi adaletli, iyilik yapan, hak mücadelesi veren yok. Elbette var. Ama bizde adalet asıldır, sistem adalet üzere işler, kötülük fer’idir, şahsidir. onlarda kötülük asıldır, sistemleri sömürü ve adaletsizlik üzerine kuruludur, adalet ve iyilik şahsidir. 
 
İşte böyle .Ne oldu da n’oldu. Gavurluktan gavurluk doğdu.
 
( Bu yazı bir ay sizi idare eder, sonraki yazıda, 2. Meşrutiyetten Cumhuriyetin ilanına kadar ki süreci hatırlayıp yazılarımıza devam ederiz inşaallah)
 
Saygılar sunarım. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26