banner94

NE ETTİ… NEDEN KAYBETTİ… (5.Bölüm)

“ Keşke demeden yaşamanın yolu, keşke demeyi bırakmakla olmaz; her keşke dediğimizde, neden keşke dediğimizin muhasebesini yapmakla, keşke kelimesinin içine sığdırdığımız

NE ETTİ… NEDEN KAYBETTİ… (5.Bölüm)

“ Keşke demeden yaşamanın yolu, keşke demeyi bırakmakla olmaz; her keşke dediğimizde, neden keşke dediğimizin muhasebesini yapmakla, keşke kelimesinin içine sığdırdığımız

uğur demirbaş
uğur demirbaş
03 Eylül 2014 Çarşamba 17:47
723 Okunma
NE  ETTİ…  NEDEN  KAYBETTİ… (5.Bölüm)

“ Keşke demeden yaşamanın yolu, keşke demeyi bırakmakla olmaz; her keşke dediğimizde, neden keşke dediğimizin muhasebesini yapmakla, keşke kelimesinin içine sığdırdığımız pişmanlıklarımızı cesaretle bulmakla, o hep ele gelen hata, kusur ve suçlarla yüzleşmeyi göze almakla; en önemlisi bu pişmanlıkları bir daha yaşamamanın sözünü vermekle mümkündür.”

Ne var ki insanoğlu hep pişmanlığın gölgesinde ve gizeminde yaşamayı yeğler, belki de insan olmak pişman olmakla başlayan ve devam eden bir süreç; neden olmasın.

“Coşkun ÜNAL’ ın ekmeğine sürülen tereyağı fabrikasyon muydu, köy tereyağı mıydı?” diye sordu yarım saattir sol yanımda, kollarını göğsünde kavuşturmuş, somurtarak oturan, avurtları çökük orta yaşlı esmer kişi.

Sabrı mı taştı, yoksa bu soruyu sormak için fırsat mı kolladı tam emin değilim; belki de sıranın gelmesini bekledi; her soru her yerde ve her vakit sorulmaz ya.

Somurtmuş olduğu halde kurşun kalemle çizilmiş gibi duran, uzun kirpiklerin ardına çekilmiş ve kendisini saklayan, o küçük ve kısık kara gözlerindeki tebessümü yakaladım; her ne kadar göğsünde kavuşturduğu kolları dışa kapalıyım, bugün bana dokunmayın, çatacak yer arıyorum mesajını veriyor olsa da. O küçük ve kısık kara gözlere derinlemesine bakarak bende gülümsemeye çalıştım.

“Ne fark eder; tereyağı işte… Ekmeği kolay yedirir insana.”

Demek ki, yazımın 4. Bölümünü okumuş bu zayıf ama dirençli görünen esmer kişi; tanıyor olabilir miyim diye hafızamı zorluyorum ama boşuna, en ufak bir kımıltı ve kırıntı yok tanışıklığa dair. Hatırlamak için unutmak lazım, unutmuş olabilir miyim bu yüzü… Birkaç kere daha zorluyorum, nafile; hiçbir iz, belirti, emare bulamıyorum; hafızam bomboş.

“Çok fazla övücü sözler var yazınızda; biraz abartmıyor musunuz? Yazınıza konu olan kişi layık mı bu övgülere…”

Dikkatimi daha bir artırarak tekrar bakmaya çalışıyorum o küçük ve kısık kara gözlere; tebessümün yerini kararlı ve ketum bir ifade almış; iş büyüyecek gibi…

“Kızılcahamam halkının teveccühünü kazanmış, Belediye Başkanı seçilmiş ve beş yıl bu görevde kalmış biri için mi söylüyorsunuz bu sözleri; yoksa sevmediğiniz veya size kötülüğü dokunmuş biri için mi bu lafları ediyorsunuz. Siz önce bu sorulara cevap verin, benim cevaplarım yan cebimde hazır.”

Haddi aşmaya başladınız, biraz çeki düzen verin kendinize uyarısı; henüz kıldığım Cuma namazının buğusu üzerimde, bu mübarek günün ruh hali ve yumuşaklığını kaybetmedim ikazı belki de. O an yaptığımın tam farkında değilim ama böyle olmalı.

Birden büyüyüveriyor o küçük ve kısık kara gözler; meğer beni detaylı incelemek için kısmış, kendini ele vermemek içinde çizgi haline getirmiş: Vay be, baksanıza neler biliyor bu halk böyle…

“Değersiz olanı övmek değer kaybı demektir; hakkınızda kötü intiba oluşuyor.” Diyor somurtkan haline uymayan oldukça kibar ve yumuşak ses tonuyla; içim ılıyor birden, rahatlıyorum. Oysa sözler hayli iğneli, fazla acıtmasa da dokunuyor insana.

Neme lazım güzel laf diye geçiyorum içimden, yutkunuyorum boğazımı temizlemek bahanesiyle; birden cevap vermek hem zor, hem de yetersiz kalabilir, usturuplu bir şey bulmalıyım.

Bilerek ettiği ve beni zorda bıraktığı sözün üzerimdeki tesirden emin, o gizli tebessüm yine gelip oturuyor bu kez daha açık ve ortaya çıkmış kara gözlere.

“Mesleğiniz kuyumculuk her halde; altın borsasını takip ettiğiniz belli oluyor. Anlaşılan birde insan borsası kurmuşsunuz kafanıza göre; baksanıza değer biçiyorsunuz aklınız estiğince.” Derin bir nefes aldıktan sonra: “ Önce bir tanışalım, kimsiniz, nerelisiniz, nereden gelip, nereye gidiyorsunuz. Sonra Kızılcahamam’ la neden bu kadar ilgilisiniz. Değersiz olarak nitelemeye cüret ettiğiniz kişiyi tanıyor musunuz, nasıl ve ne şekilde ilişki kurdunuz. Bu ilişki nasıl ve ne şekilde gelişti ve neticelendi. Bunları bilmiyorum, öğrenmek gibi bir merakım da yok ama kendi kişisel kanaatinizi nasıl oluyor da Kızılcahamam halkının genel kanaatiymiş gibi ortaya koyabiliyor; seçilmiş bir şahsı değersizlikle itham edebiliyorsunuz. Önce bunları bir anlatın, neden böyle bir yazıyı kaleme aldığımı ben size izah ederim.”

İkinci solukta da bunları söylemiştim; batmak için ağırdan alan güneşin kızıllığı öfkeme uygun manzaralar sergilerken ufukta. Severim gün batımlarını; yeni bir günün doğum sancıları gibi gelir.

Ayrılıkların yürek kanatan acısıyla birlikte kavuşmaların da müjdesini taşır gün batımları. Belki bir terminalde, belki bir garda veya rıhtımda, ne fark eder. Belki de o titrek kızıllığın düştüğü daracık bir sokağın melül mahzun köşesinde.

Velhasıl böyle tanıştık göğsünde kollarını kavuşturan, somurtarak oturmasını seven, o küçük kara gözlerini kısarak etrafı teftiş eden, karşısındaki kişinin gözlerinden akarak iç dünyasını kolaçan etmeyi itiyat edinen, hep gizlemeye çalıştığı o müphem tebessümü bakışlarından bir türlü silemeyen, avurtları çökük orta yaşlı esmer kişiyle.

Dost olduk diyemem ama aramızda geçen konuşmalara bakarak da hır gür çıktı sanılmasın. Zaten gün kavuşmak üzereydi ve ben hiç bu kadar geç kalmazdım sokakta; öyle çok merak eden, bekleyen birilerim olmasa da.

Kuyumcu falan değildi arkadaş, öyle kafasına göre insan borsası kurup, değer biçmek gibi bir niyeti de yoktu: Kapılmış gidiyordu bahtının rüzgârına…

Eski bir şarkıdır bu; hatırladım ve yine içime hüzün düşürdü. Ezik ve hüsrana uğramış bir gönlün dile getirdiği içli nağmeler fısıldardı bir zamanlar kulaklara; gün batımı kadar yorgun ve uzak, ufuktaki kızıllık kadar müphem ve gizemli.

Neden anlattım bu konuşmayı, gerçek veya hayal neden alladım pulladım yaşadığım bu olayı böylesine: Bir sebebi var elbet…

“Ne etti, neden kaybetti” başlığı altında yayımlanan yazı dizimin 2. bölümüne yorum yapan bir arkadaş var;  azarla ve kınama arası bir yerde duruyor şahsıma karşı yaptığı yorumu. Coşkun ÜNAL’ ı açıktan suçlamıyor ama töhmet altında bırakacak sözleri yok değil. Sahte bir isim kullandığı belli; ne önemsedim, ne önemli buldum fakat geçmişe dair ettiği bazı sözler kendisini ele veriyor.

Tahmin ettiğim kişiyle bu bölüme konu ettiğim, kollarını göğsünde kavuşturan, somurtarak oturan, küçük ve kısık kara gözlü, avurtları çökük esmer kişinin yaklaşımları hemen hemen aynı. Kapılmış gidiyorlar bahtların rüzgârına…

Onların beğendiklerini herkes beğenmeli, onların gönül verdikleri siyasi kişilere kimse laf söylememeli, hele kötü laf asla… Sevmediklerini, gönüllerinde yer tutmayanları da kimse sevmemeli, onlar için kimse övücü bir laf etmemeli. Hele benim gibi biri çıkarda övücü yazı yazmaya kalkarsa; gör başına neler gelir. Dünyanın en kötü, en berbat insanı oluverir bunu yapan; sanki o insanları beğenmek yasak, kanun emri onları kötülemek, yerden yere vurmak.

Biz; nasıl Türkiye Cumhuriyetinin meşru Başbakanına: “Baş çalan” yakıştırmasını yapanı vicdanen kınamış ama hakaret etmek, suçlamak, töhmet altında tutmak gibi bir davranışın içine girmemişsek… Yine o siyasetçi dönüp de: “ Türkiye’nin dış dünyada itibarı kalmadı…” sözüne bile: “Baş çalan diye her yerde haykırmasaydın, bu itibar kaybı yaşanmazdı…” dememiş, sustuk beklemeyi yeğlemişsek… Bazılarından da böyle davranmasını beklemek hakkımız ve bu hak bize tanınmalı.

Çünkü bizler; siyasi alanda yapılan hakaret ve iftiralara en mantıklı cevap sandıkta verilir diyen sabır ehli Türk milletin feraset sahibi fertleriyiz… Hukuk alanında yapacağımız şeylerde bellidir; elimizde işlenen suça dair belge, bilgi ve delil varsa Türk adaletinin kapısını çalmak ve çekinmeden, korkmadan sunmak. Bizler hep böyle yaptık, böyle yapmalıyız ve yapacağız da.

Hangi siyasi partinin üyesi, hangi siyasi görüşün sahibi olursanız olun; sizler gibi gıybetin, iftiranın, dedikodunun esiri haline gelmedik, asla gelmeyeceğiz; yani: Kapılıp gitmeyeceğiz bahtımızın rüzgârına…

Vermeye çalıştığım cevap çok uzadı kusura bakmayın: “Hadi be…” demek bile yeterliydi ama olsun… O gün batımında konuştuğum kişiye son söz olarak şunları söylemekle yetindim; yorum yapan arkadaşa da ithaf olunur:

“ Aynı kökte can bulduk, dal budak saldık hayata, karıştırsak hısım çıkarız; hısım olalım ama asla hasım olmayalım… Yaşadığımız süreç içinde, her konuda yarışalım, birbirimize rakip olalım ama asla yalanda, riyada, iftirada yarışmayalım, kin, garez ve düşmanlık yaymayalım aramıza…”

Söz vermedi ama hayır da demedi. Gün batımın kızıllığı düşerken kara gözlerine öylece durdu, baktı ve sonra yutkundu birkaç kere. Sanıyorum bir şeyler söyleyecekti, vaz mı geçti, yoksa gerek mi duymadı bilmiyorum. Belki de “Hadi be…” diyecekti benim gibi.

2009 yerel seçimlerini fazla zorlanmadan, tereyağından kıl çeker gibi AK Partinin en güçlü olduğu bir dönemde kazanıverdi Coşkun ÜNAL. Demek ki iktidarda olan ve en güçlü dönemini yaşayan bir siyasi partinin adayı olmak bile seçim kazanmaya yetmiyordu; 2004-2009 arası Belediye Başkanlığı yapmış ve tekrar AK Partiden Belediye Başkanı adayı olan Âdem ÖZBEKLER için ve seçimi kaybediyordu.

Hiç beklenmeyen bir şeydi bu, hem de dudak uçuklatan cinsinden.

Böyle olacağı belliydi demek biraz kâhinliğe soyunmak olur ama gidişata bakarak olacağı tahmin etmekte aklın fonksiyonları arasındadır. O günlerde şaşkınlığını gizlemek için mi, yoksa çokbilmişliğini öne sürmek için mi: “Ben demiştim zaten” diyenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Herkes der de ben niye demeyeyim; bende dedim herhalde.

Coşkun ÜNAL’ ı ilk tebrik edenler arasına eşimle beraber katıldım; eşiyle gelen tek kişide bendim, öyle sanıyorum. Utanırım, sıkılırım, ayıp olur, el âlem ne der sonra dese de, ısrar ettim ve götürdüm o şaşalı tebrik faslına.

Yazımın birinci bölümünde ifade ettiğim gibi yasal görevlerini layıkıyla yapmak, hizmet üretiminde de geri kalmamak için var gücüyle yarıştı demek yanlış olur, sanki arkalarından atlı kovalıyordu Coşkun ÜNAL ve ekibini; akıl almaz bir şekilde saldırdılar Kızılcahamam’ın üstüne. Her yer toz duman, her yerde başka bir faaliyet: “Fazla hizmet halka eziyettir…” demem o tarihlere denk düşer.

“Devam edecek…”

Son Güncelleme: 05.09.2014 23:40
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
banner89

banner83

banner26