HÜKÜMDAR VE EŞKIYA
( 13. Bölüm )
“ Oğul, namus su gibidir… Su kirlenmez kirletilir, namusu da birleri kirletir…”
Zehra kızarmış, renk cümbüşü haline gelmiş elmaları toplamaya öylesine dalmış, mırıldandığı türkünün nağmeleri arasında öylesine kaybolmuştu ki, yüzüne dokunan yabancı eli ağzını sımsıkı kapatınca fark etti; terli ve tütün kokan erkek eli mengene gibi sıkmış ve kapatmıştı ağzını. Çırpınmaya, kurtulmaya çalıştı ama belini kavrayan kolda çok güçlüydü; arkadan saldıranı göremiyordu ama CİNSALİ’ yi karşısından buldu o sıra. Elinde kalın bir bez parçası vardı, ağzını bağlayacağını sandı ama yanılmıştı. CİNSALİ elindeki bezle bacaklarına eğilince tepinmeye başladı fakat çok geç kalmıştı.
CİNSALİ, ağzını bağlamadan önce bacakların bağladı elindeki kalın bezle. Cebinden çıkardığı ikinci bezi düğümledi, tıkaç haline getirdi ve bağırmasına fırsat vermeden ağzını da sımsıkı bağladı. Yine cebinden çıkardığı üçüncü ve uzun bez parçasıyla ellerini arkadan bağlamaya çalıştı; Zehra’nın zayıf kollarını aceleyle öyle güçlü kavramış ve kıvırmıştı ki, neredeyse kıracaktı. Boğuk, boğuk inledi Zehra.
Elleri de bağlandıktan sonra birazcık serbest kalmıştı Zehra, kendisine arkadan yaklaşarak ağzını kapatanın SIRIK MEMET olduğunu o zaman anladı. ‘ Sen ne yapıyorsun, biz akraba değimliyiz’ diye bağırmak istedi, düğüm şekline getirilmiş tıkaç öyle sıkıydı ki, hırıltısı duyuldu sadece. İlk önce CİNSALİ sırtladı Zehra’yı, zaten ufacık tefecik bir kızdı. SIRIK MEMET bahçe kapısına koştu ve açtı; hemen çıktılar bahçeden.
DELİÇAY boydan boya dolaşırdı KARAKAMIŞLI’ yı; DELİÇAY’ in aşındırarak derinleştirdiği vadiye yılan kıvrımı yokuşla inilir ve çıkılırdı; Zehra CİNSALİ’ nin sırtında koşar adım o yokuşu tuttu iki kafadar. İğde, söğüt, kavak ve böğürtlenlerin birbirine girdiği sık büklüğe yöneldiler daha sonra.
İlkbaharda geçit vermezdi DELİÇAY, karşıdan karşıya geçmek ne mümkün; yaz sıcaklarında biraz kendini toplar, çok derin yerler hariç suyun yayıldığı geniş alanlardan geçilebilirdi karşı tarafa. Güz yağmurlarıyla da coşardı DELİÇAY, bir gün önce yağan yağmur çok fazla etkili olmamış ama bulanmıştı birazcık. Büklüğü süratle geçen SIRIK MEMET ile CİNSALİ, kendilerini DELİÇAY’ a vurmadan önce, Zehra’yı değiş tokuş yaptılar. Bu kez SIRIK MEMET sırtlamıştı, çay yatağının yayıldığı en geniş alana gelince CİNSALİ bulanık suları yırtarak önden yürümeye başladı, peşi sırada SIRIK MEMET.
Ateşe bir kucak odun daha atılınca, etrafa dağılan kıvılcımlar SIRTUTAN’ ı daldığı hayallerden sıyırıp alıverdi. Bu olayı ne çok dinlemişti BAŞIBOZUK’ tan, o anlattıkça hep bu hayaller canlanmıştı gözünde.
‘ Ah be Zehra…’ diye iç geçirdi; ‘ Yalnız CİNSALİ’ mi âşıktı sana, öylemi sanıyorsun. Bende yanıp tutuşmuştum ama ne çare; can dostunun kız kardeşine göz koymak yakışır mıydı delikanlı adama… Anacığı köydeki her kıza dünür gidebilirdi, Zehra’yı asla… Nasıl bakardı o zaman BAŞIBOZUK’ un yüzüne… Mümkün değildi, bakamazdı yüzüne. Ama kötülüğü dost edinen kötüler hem bakardı, hem de yapacaklarını yapardı.”
Tekrar iç geçirdi SIRTUTAN, Zehra’ yı canlandırmaya çalıştı gözünde. Ufak tefekti ama köyün de en güzel ve en becerikli kızıydı. Hele gülüşleri var ya… Hafifçe arkasına döndü, BAŞIBOZUK’ u süzdü dost nazarlarla; hafiften horluyordu. Ah şu hatıralar, bırakmıyordu ki insanın yakasını…
Yarı bellerine kadar ıslanmıştı SIRIK MEMET ile CİNSALİ, sırt da taşınmanın avantajı olsa gerek, Zehra’ nın sadece ayak tabanları ıslanmamıştı. Karşıya geçince kısa bir süre soluklandılar. Sıra, inişi kolay olan vadinin zor ve meşakkatli olan karşı yokuşunu çıkmaya gelmişti. Bu dik ve kayalık yokuşu da çıktılar mı, vadinin arkasında onlarca mağara vardı; plan kurarken o mağaralardan birini gözüne kestirmişti SIRIK MEMET.
SIRIK MEMET birazcık dinlenmek için indirmişti Zehra’yı sırtından, boncuk, boncuk ter boşanmıştı her bir yerinden. Sırtında elli kiloluk bir kızla DELİÇAY’ ı geçmek ve karşı kıyıya ulaşmak yormuştu, dermanı kesilmişti dizlerinin. Onun bu halini gören CİNSALİ vakit geçirmeye gelmez diye düşündü ve göz kırptı SIRIK MEMET’ e; ‘ Hadi ne duruyorsun’ diyordu.
CİNSALİ önde, Zehra’yı sırtlayan SIRIK MEMET ardında, dağ keçilerinin bile zorla çıktığı dar patikalardan tırmanmaya başladılar o dik ve kayalık yamacı. Tepeye ulaştıklarında, SIRIK MEMET neredeyse düşüp bayılacaktı, son gücüde tüketmişti; yığılıp kaldı oracığa.
Bu noktaya kadar iki kafadarın birlikte kurdukları planın ortak bölümü kusursuz işlemişti; bundan sonra SIRIK MEMET’ in aklınca kurduğu ve kurnazca işlemesini umduğu bölümü hayata geçecekti. SIRIK MEHMET kesilen nefesi yerine gelip, teri soğumaya başlayınca.
“ Sen Zehra’ yı al ve tarif ettiğim mağaraya git… Bende izimin üzerine köye döneyim. Durum ne ve nasıl gelişiyor bir bakayım. Mağara korunaklıdır, ava çıktığımda birkaç kere gitmiş, bir gece de geçirmiştim. Avcıların getirdiği odun falan da vardır, ıslaksın ateş yak ve kurun; hasta olursun sonra…”
CİNSALİ hemen pirelendi.
“ Köye dönmekte nereden çıktı, böyle konuşmamıştık…”
“ İyi de ne yiyeceğiz, ne içeceğiz… Sonra gelişmelerden nasıl haberdar olacağız .” Göz kırptı, biliyordu Zehra’ya karşı zaafı olduğunu. “ Sonra Zehra ile konuşacakların da vardır… Mızırdanma, cinsliğin tutmasın.”
Boyun büktü CİNSALİ, pek inandırıcı bulmamıştı SIRIK MEMET’ i ama dedikleri de yabana atılır değildi hani.
“ Akşama gel, gecikme ama…”
“ Tamam, merak etme… Hava kararır kararmaz çıkar gelirim.” Derken, çarçabuk da doğruluverdi SIRIK MEMET, çıktıkları keçi yolunu takip ederek inmeye başladı yamaç aşağı. Ardı sıra bir süre bakan CİNSALİ daha sonra Zehra’ya çevirdi bakışlarını, süzdü uzun, uzun. Bağırsa kim duyacaktı, gitti ağzındaki tıkacı çözdü, sonra ayağındaki bağa uzandı.
“ Zehra… Zorluk çıkarma, ne beni üz, ne kendine eziyet ettir. Bak çözüyorum ayaklarını, birlikte gidelim şu mağaraya olur mu?”
Zehra’nın gözleri ateş saçıyordu.
“ Sen ne yaptığını sanıyorsun, canınıza mı susadınız… Beni hemen koyuver, uyma şu SIRIK MEMET’ e, anlıyorum ki seni kandırmış. Bak söylemedi deme kabak senin başına patlayacak… Gel etme, hemen bizde ardından gidelim… Yeminle kimseye bir şey söylemeyeceğim.”
Kafası karışmıştı CİNSALİ’ nin, Zehra’ ya uysa sonu belli olmayan bir yola girecekti, çıktıkları yolda devam etse ya Zehra’nın dedikleri doğru çıkarsa. Bunları düşünürken ayak bağını da çözmüştü.
“ Ellerimi de çöz…” dedi Zehra “ Kimse olup bitenin farkına varmadan dönelim köye… Yemin ediyorum ağzımı açmayacağım. Gelme şu SIRIK MEMET’ in oyununa…”
“ Olmaz… Olan oldu bir kere, kader yazdı yazacağını. Yazılanı bozmak bana düşmez…” Arkadan bağlı kolundan hışımla tuttu ve sürüdü Zehra’ yı.
“ Canım yakıyorsun, bırak kolumu…”
“ O zaman zorluk çıkarmadan düş önüme, yoksa karışmam…”
Zehra önde CİNSALİ arkasında, sararmış diz boyu otlara takılan ayaklarını sürüyerek yürümeye çalıştılar.
Bu manzarayı her düşündüğünde SIRTUTAN’ ı ateş basardı, yine öyle oldu. Aradan onca sene gelip geçtiği, her şey zamanın akışı içinde unutulup gittiği halde, aklına her gelişte CİNSALİ’ nin Zehra’ya dokunmasına içerliyordu; tahammül edemiyordu bir türlü. Yeni atılan odunlarla daha bir gürleşti ateş, maviye çalan kırmızı yalımlar karanlığı yırttı, sıcaklığını yaydı etrafa. Atlar kişnedi o sıra, nöbetçi olan genç çocuk o tarafa koştu.
“ Yarasa…” dedi dönüp geldiğinde… “ Belki de tilki…” Gülümsedi, cevap vermedi SIRTUTAN, daldığı hayalden kopmak istememişti.
SIRIK MEMET vadiye düşe kalka inmişti inmesine ama tek başına DELİÇAY’ ı geçmek her kişinin kârı değildi; korka çekine ilk geçtikleri yerden adımını attı ama yüreği de ağzına gelmişti. Zor zahmet karşıya geçince derin bir nefes aldı, ıslanan giysilerini soyundu, sıktı ve tekrar giydi. Bahçelerin bulunduğu tepecikten gitmek istemedi, bir gören olabilirdi. Tepenin öbür yüzündeki kuru dere tarafını tercih etti. Gelen giden olmazdı bu dere yatağına, hem de evleri daha yakındı, görünmeden giriverirdi.
Evin dış kapısını usulca açıp içeri girdiğinde, kış ayları hariç kapısı hep açık olan mutfak kısmında annesi ocak başına çökmüş ekmek pişiriyordu; rahatladı biraz daha. Köye gelirken gören olmadığından emindi, anasının da sırtı dönük ekmek pişiyor olması büyük şanstı onun için. Ağzını açmaya görsün, yüzlerce soru sorar, işin aslını öğrenmeden de yakasını bırakmazdı sonra. Üzeri niye ıslaktı, sabahın köründe hangi suya girmişti, beline kadar ıslandığına göre DELİÇAY’ dan mı geçmişti, ne işi vardı DELÇAY’ da…
Kendisine ayrılan küçük odanın kapısını gıcırdatmadan açtı ve içeri süzüldü; hemen değiştirdi üstündeki bütün giysileri. Islak olanları pencereden sekiye düşen güneşe serdi, çabuk kurumaları için dua etti içinden. Gerçi anası, babası pek girmezlerdi odasına ama yinede ne olur, ne olmaz…
İçeri girdiği gibi sessizce dışarı çıkacaktı; anasının elbise değiştirdiğini görmesi de işine gelmezdi. Onlarca soruya cevap vermek istemiyordu SIRIK MEMET. Tam dış kapıyı çıkacaktı ki, bir düşünce gelip oturdu zihnine. Anası akşam eve girdiğinde yine fark edecekti elbise değiştirdiğini; temeli sağlam bir yalan uydurmalıydı, buldu da; hemen anasının yanına koştu.
“ Mis gibi kokuyor, bir parça alayım…”
Kadının yanakları al, al olmuştu; kolay mı yanan ateşin başında saatlerce oturmak.
“ Şu babana çeken huylarını kestiremedim gitti, o da böyle yapar… Şu kenardakilerden al, onlar biraz soğudu.” Derken, dönüp bakmamıştı SIRIK MEMET’ e. Oysa elbise değiştirdiğini görmesini istiyordu, tam karşısına geçip oturdu kopardığı ekmek parçası elinde. Kadın şöyle bir süzdü baştan ayağa.
“ Hayrola, niye değiştirdin giysilerini, olmayan aklında ne geldi yine.”
“ Yok, be ana… Şu CİNSALİ eşek şakası yaptı, bir bakraç suyu döküverdi üzerime…”
“ Niye ki, durup dururken kimse kimseye su dökmez, mutlaka bir şey yapmışsındır.”
“ Ne sen sor, ne ben söyleyeyim, hele kokusu bir çıksın o zaman söylerim.”
“ Ne kokusu, başınızı belaya mı soktunuz yoksa. Bak, oğlum falan demem, açarım ağzımı yumarım gözümü…”
“ Benimle alakası yok ana, ben akıl vermeye kalktım sadece…”
Kadın saçtaki ekmekleri aceleyle çevirdi ve hırsla döndü SIRIK MEMET’ e.
“ Sen şu ağzındaki baklayı çıkar hele, tarla dedin akrabalarımı düşman ettin, şimdi ne halt karıştırıyorsun. Anlat bakayım tek, tek…”
“ Dedim ya ana, benimle alakası yok… Yapma, etme, bu işin sonucu kötü olur dedim, yalvardım ama CİNSALİ’ nin kulağına ses girmiyor ki.”
“ CİNSALİ domuzu ne yapacakmış da sen yapma diyorsun…”
“ Zehra ile kaçacaklarmış…”
“ Ne… Anlamadım, ne dedin sen…”
“ Zehra ile anlaşmışlar, bugün yarın kaçacaklarmış…”
“ Zehra kaçmaz, CİNSALİ kaçıracaktır onu… Sonra Zehra nişanlı, niye kaçsın…”
“ Bende inanmadım, yalan söylüyorsun dedim. Daha sonra şaka yaptığını söyledi, buda şaka diye bir bakraç suyu döktü üstüme. Şaka falan yapmıyor anladığım kadarıyla. Bakalım ne olacak, bekleyelim görelim.”
“ BAŞIBOZUK da yok…” dedi kadın şaşkınlık içinde. “ Şu ekmekleri pişireyim de bir uğrayayım onlara. Bakalım beni nasıl karşılayacaklar, kapıdan mı kovacaklar, yoksa buyur mu edecekler. Kovsalar da, buyur ederlerse de, ben duyduklarımı anlatmak zorundayım. Bu iş beklemeye de gelmez, şaka da götürmez. Bak oğul, namus su gibidir; su kirlenmez kirletilir, birileri de namusu kirletir. Su gibi namus da azizdir, kıymetlidir; dokunmaya, oynamaya gelmez. Sende duyduklarını orada burada anlatmaya kalkma, namusu korumayan namussuzdur; iş çıkarma başımıza… Hadi git, görünme gözümde…”
SIRIK MEMET sevinçle çıktı evden. “ Oh be…” diye söylendi. Hava güzeldi, tek bulut yoktu gökyüzünde; tereyağından kıl çeker gibi olup bitmişti her bir şey.
O günü çok iyi hatırlıyordu SIRTUTAN, çerci gelmişti köye. Hiç aksatmazdı ÇERCİÇİ CEMİL her hafta çıkar gelirdi. Katırına yüklediği sandıklarda her çeşit eşya ve yiyecek bulunurdu. O günde katırını misafirhanenin sundurmasının altına çekmiş, sandıkları orada bulunanların yardımıyla indirmiş ve sergisini el çabukluğuyla açmıştı. En çok sevinenler yine çocuklar olmuştu, leblebi, kuru üzüm ve iğde serginin en önünde yer almıştı. Tahta topaç ve sicimde getirmişti; dola sicimi topaca ve fırlat, zeminde sertse nasıl dönerdi fırıl, fırıl.
Genç kızlar için aynalar, taraklar ve kokular da vardı sergide, rengârenk oya yumakları, boncuklar. Erkekler için hacı esansları, tespihler, ağızlıklar, sigara tabakaları ve bolca tütün.
ÇERCİÇİ CEMİL’ in köye geldiğini duyanlar misafirhanenin önüne toplanmaya başlamıştı SIRTUTAN evden çıktığında. Sergi başına geldiğinde kalabalık hayli çoğalmıştı, bir hay huydur gidiyordu. Bir süre sergide ne var ne yok diye bakınmış, sonra kim ne alıyor onu seyre koyulmuştu. Nice sonra fark etti SIRIK MEMET’ in sergiye yaklaştığını, üzerinde günlük giydiği elbise yoktu; düğünde, bayramda ve özel günlerde giydikleri vardı.
( Devam edecek…)