HÜKÜMDAR VE EŞKIYA…
( 11. Bölüm )
“ Kadın, her duyduğunu anlatan değil, huzuru çorba gibi kaynatan olmalı…”
Şifacı’ nın eve girdiğinde akşam olmak üzereydi; o günde çok erkenden çıkmış ve dağ taş dememiş dolaşıp durmuştu gün boyu. Üç yıl önce kaybettiği HEKİMOĞLU’ ndan öğrendiği bilgileri unutmaktan korkuyordu; her gün tekrar, tekrar gözden geçiriyor, işi zaman bırakmadan yenilemek ve geliştirmek istiyordu. Onun tek, tek gösterdiği, ne işe yaradığını uzun, uzun anlattığı bütün şifalı bitki ve yemişleri, yabani ot ve kökleri şekil, biçim ve nitelikleriyle yerinde görmek, incelemek, yeterli olgunluğa erişmiş olanları toplamak, yeni ilaç ve merhemler yapmak amacıyla çıkıyordu evinden. Bu önüne geçilmez arzunun verdiği gayret ve azimle hiçbir fırsatı kaçırmıyor, vuruyordu kendisini dağlara, tırmanıyordu dik ve sarp yamaçlara…
Yaz güneşinin şifa verici yakıcılığında gelişen, toprağın bin bir türlü mineral ve bereketini yaprak ve köklerinde biriktiren, tohum olarak dallarında sunan her türlü bitki ve yemişi, ot ve kökü fazla zorlanmadan fark edebiliyor, ilaç olarak kullanabileceklerini göz kararıyla seçebiliyordu artık… Özenle seçtiklerini itinayla koparıyor, yaralamadan toprak altından çıkarıyor, bu işleri yaparken de öylesine kendisinden geçiyordu ki, dünya yıkılsa umurunda olmuyordu.
Yeni keşfettikleri de olmuyor değildi bu arada; böyle bir bitki veya yemişle, ot veya kökle karşılaştığında heyecanlanıyor, önce kokluyor, dikkatlice inceliyor, sonra usulünce kopardığı veya çıkardığı bitkiyi, otu veya kökü hafifçe çiğniyordu dişleri arasında.
HEKİMOĞLU; ‘Her şifacının dilinde bir laboratuar olmalı’ demişti, o çiğneyiş sırasında dilinde oluşan tat, lezzet ve acılık ona çok şey anlatıyordu. Her değişik tat, lezzet ve acılık zihninde çok farklı açılımlara yol açıyor, aklında kalan bilgilerle, dilinde oluşan intiba ve değerlendirmeyi birleştirince nice dertlere deva, nice onulmaz hastalıklara şifa olacak müjdeler umuyor ve buluyordu; bu umutla çocuklar gibi sevindiriyordu Şifacı.
O günde üşencini köy çıkışındaki üç kurnalı çeşme başına bırakarak çıkmıştı yola… Büyük bir heyecan ve şevk içinde saatlerce yol almış, şifalı bitki ve yemişleri, ot ve kökleri aramış, bulduklarını incitmekten korkarcasına itina ile koparmış, usulca sökmüş ve dikkatlice yerleştirmişti omzunda hazır tuttuğu çantaya.
HEKİMOĞLU’ nun her derde derman diye gösterdiği mantarlardan da bulmak istemişti o gün, birkaç tane bulmak umuduyla dağların kuzey yamaçlarına tırmanmış, kayalıkların rutubetli kovuklarına bakmıştı bütün dikkatini toplayarak. Asıl yorucu ve bıktırıcı olan da bu arayıştı, karıştırmadığı çalı dibi, yoklamadığı ardıç altı, yoklamadığı kaya dibi bırakmamıştı; hiç ummadığı bir yerde birkaç tane de olsa bulabilmişti sonunda; derin bir ‘Oh’ çekmişti o an ve neşe içinde dönmüştü köyüne.
Eşi ocak başına çökmüş yemek hazırlıyordu Şifacı odaya girdiğinde; yanan meşe odunları öyle bir sıcaklık yaymıştı ki, huzur sanki uykuya dalmıştı odanın dört bir köşesinde. Omzundaki çantayı sıcaklığın çok fazla ulaşmadığı en dipteki ahşap dolabın en serin dip kısmına yerleştirdi ses çıkarmadan.
“ Kolay gelsin hatun, yine güzel kokular yayıyorsun, ne hazırlıyorsun bakayım…”
Şifacı çekinirdi eşinden, birden parlardı.
“ Ne olacak, tahrana çorbası…” diye söylendi kadın. Başını çevirmeden konuşmasından öfkeli olduğunu anladı; bu tavır sana kızgınım demekti. Bütün iyi niyetliler gibi karısı da çok alıngandı. Birisi bir şey demeye görsün, günlerce kurar dururdu aklında, kurdukça da kudururdu. Hırsını alacak çoluk çocukta olmayınca, Şifacı’ dan çıkarırdı içinde tuttuğu ne varsa.
“ Yine kim kızdırdı seni, yine bir şeyler söyleyen olmuş… Ben sana her zaman söylemiyor muyum, her duyduğuna inanma, her söylenen de doğru değildir diye…”
Kadın sağ elinde tuttuğu tahta kaşıkla hışımla döndü, ilk başta kaşığı fırlatacak sandı Şifacı, sakındı şöyle bir.
“ Nimet Hala’ya da mı? Onun söylediklerine de mi kulak asmayayım…”
“ Nimet Hala kötü bir şey söylemez, kimseyi de kötülemez… De hele ne oldu, yine ne diye kızdın, öfkelendin.”
Geçip oturdu ocağın kenarındaki sekiye; omuzları düşmüştü o an, günün yorgunluğu bütün haşmetiyle çökmüştü tepesine. Uzanıp yatıvermeyi nasıl istemezdi şimdi. Oda sıcacıktı, yanan ateşin çıkardığı ses, burnunda tahrana çorbasının sarımsak kokusu…
“ Desem ne olacak, yine suçlu ben çıkacak değil miyim…” diye söylenerek döndü kadın, önündeki çorbayı karıştırmaya başladı. “ Senin yanında bugüne kadar hiç haklı olmadım ki, hep başkaları haklı, ben haksızım. Yaşım altmışa geldi dayandı, hala kıymetim bilinmedi, bundan gayrı bilinse ne olacak… Ot kadar değerim olmadı, merhem yerine konulup sürülmedim hiçbir yaraya.”
Kadının ‘yaşım altmışa geldi dayandı’ sözü üzerine yanan ocağın kızıllığında eşinin ışıyan yüzüne daha bir dikkatli baktı Şifacı; alnına dökülen birkaç tel saç ağarmış, akça pakça yüzünde derin çizgiler oluşmuştu. Yıllar ne çabuk gelip geçivermişti böyle… Oğlu evlenip GÖNLÜBOL’ a yerleşeli yirmi yıl, kızının çok uzak bir köye gelin gidişi on seneyi geçmişti; kuş gibi uçup gitmişti seneler. O an karısını çok yalnız bıraktığını fark etti, ot kök derken tek başına kalmıştı kadıncağız; huysuzluğu bu yüzdendi besbelli.
“ Kıyamam sana…” dedi, ilk defa çıkıyordu böyle bir söz ağzından, kendisi de şaşırdı. Kaşık elinde donup kaldı kadıncağız da. “ Nimet Hala ne dedi, hangi kırıcı lafı etti, anlat hele…” diyerek durumu toparlamaya kalktı Şifacı.
“ Hiç…” dedi kadın, omuz silkti. “ Şu yaralı adamdan söz açılmıştı, Hizmetkâra üç altın verdiğini, Dul Fadime teyzeye iki altın gönderdiğini söylemişti birisi…” Sesi yumuşamış, asık yüzü ilk evlendikleri günün sevecenliğine kavuşmuştu; belki de Şifacıya öyle gelmişti.
“ Doğru… Kara Malik iyi birisi… Nede olsa Hükümdar oğlu, bu kadar iyiliği de dokunsun köye ve köylüye.”
“ Kadın çenesi işte… Bende ağzımdan kaçırıverdim, bizim herifte günlerce başını bekledi deyiverdim. Nimet Hala kızdı bana, siz maaş alıyorsunuz, size yardım olmaz, hediye alınır diye azarladı.”
“ Anlaşıldı…” dedi Şifacı… “ Sen kendince haklısın, Nimet Hala köyün huzurunu düşündüğü için haklı. Sen alınma, her söze de kırılma, çorbanı kaynat, kocanın karnını doyur…”
“ Ha… Şunu da söyledi, kadın yatakta rahatlatan, aklını da çorba gibi kaynatan olacakmış; güya bana laf sokuyor… Demek istiyor ki, sen kocanı yatakta rahatlatmıyorsun, aklını da çorba gibi kaynatmıyorsun. Koca Dudu var, daha bir sürü kadın, yerin dibine geçtim… Verirdim ağzının payını ama tuttum kendimi, seni düşündüm sustum kaldım… Kadınlığıma dil uzatıyor onca yaşına bakmadan, aklında kıt demeye getiriyor lafı…”
Şifacı karısının yaşaran gözlerine baktı, Nimet Hala’nın söyledikleri çok gücüne gitmiş olmalıydı fakat Nimet Hala’nın neden böyle şeyler söyleyeceğine de ihtimal veremiyordu. Yanaklarına süzülen yaşları silmek istedi ama tuttu kendisini.
“ İyi de bana niye tafra yapıyorsun, keşke orada verseydin karşılığını… Niye eve getiriyorsun kendi aranızda edilen lafı sözü. Hem kendini üzüyorsun, hem de beni üzüyorsun akşam, akşam…”
“ Hiç…” diye omuz silkti kadın. “ Dedim ya senin hatırını saydım, onun yaşlılığına verdim.”
Bir müddet sustular, çorba kaynayınca karıştırmayı bıraktı kadın, usulca kalktı yerinden, odanın en dip köşesindeki turşu küpüne yöneldi, raftan çekip aldığı çanakla. Turşu küpünün ağzı açılınca öyle bir koku yayıldı ki odanın içine, Şifacı iç geçirdi, ağzı sulandı, midesi guruldadı.
Açlık aklın düşünce gücünü artırır; Şifacı biliyordu bunu. Karısının dediklerini ağzı sulanırken, karnı guruldarken de düşünmeye çalıştı. Nimet Hala’nın o iğneleyici sözleri kasten söylemediğine karar verdi karısı sofrayı kurarken. Sohbet sırasında karısının önceden ettiği lafın üzerine söylenmişti bu sözler… Yoksa Nimet Hala kendisini de çok severdi, karısını da… Gerçi biraz beceriksiz bulurdu ama bunu öyle ulu orta söylemezdi, niye söylesin ki…
Tahrana çorbasından birkaç kaşık aldıktan sonra karısına döndü.
“ Bak hatun, Nimet Hala bu dediklerini bütün kadınlara söylemiş, lakin senin ettiğin laflar üzerine gelince sen alınmışsın… Hiç alınma, kırılma… Ben Nimet Hala’nın seni ne kadar sevdiğini bilirim…” demesine kalmadan dış kapının tokmağı hızla vurulmaya başlandı.
“ Hayırdır, kim ola ki…” diyerek fırladı yerinden. Karısı ardından seslendi.
“ Birden açma, bugünlerde korkuyorum…”
Gelen Hizmetkârdı, Köy Yetkilisinin misafirhanede beklediğini söyleyerek dönüp gitti ardına bile bakmadan.
“ Kimmiş gelen…”
“ Hizmetkâr…” dedi Şifacı “ Köy Yetkilisi beni misafirhanede bekliyormuş, mühim bir şey değildir İnşallah.”
“ Hele karnını doyur da öyle git…” dedi kadın.
Şifacının evinde bunlar yaşanırken, GİDENGELMEZ dağında hava kararmış, göz gözü görmez olmuştu. Günlerdir aygırın kokusunu kısrak alır diye GÜZELCE’ nin peşine takılmış gezip duran BAŞIBOZUK ve şürekası artık bitap düşmüştü. BAŞIBOZUK yoruldukça, umutsuzluğa düştükçe ağzını da bozmaya başlamıştı, ulu orta söylenip duruyordu SIRTUTAN’ a. Hele karanlık basıp, vahşi hayvanlar ulumaya başlayınca temelli kuduruyordu; yine küplere binmiş SIRTUTAN’ ı dolaşmıştı diline.
“ Adını değiştir sen…” diye haykırdı BAŞIBOZUK. “ Senin adın SIRTUTAN olmasın, YOLBULAMAYAN olsun… Neymiş efendim, düşmanını yaralı bırakan kendi sonunu hazırlarmış… Doğru çıktı dediklerin, yaralı peşine düştük, sonumuz geldi.”
SIRTUTAN cevap vermedi onun bu haykırışına, ocak yakmakla meşgul olanların yanına çöktü, kuru odunları kırmaya çalıştı bir müddet. Sonra yanındaki delikanlının kulağına eğildi.
“ Erzak durumu nasıl, ne kaldı elimizde…”
“ Bu akşamı çıkarır.” Dedi delikanlı.
“ İyi, yarına Allah kerim… Bakalım ne olacak…”
Ateş tutuşunca, yaş kuru ayrımı yapmadan odun yığdılar üzerine. Dağ oldukça soğuktu, hem ısınmak, hem birbirlerini görmek, hem de korunmak için yakılıyordu dağ gibi ateş. Köz dökülünce de üzerinde akşam yemeklerini hazırlayacaklardı; elde avuçta ne kalmışsa.
Bulundukları yer yüksekçe bir taşlığın kıyısıydı, atlarını taşlığın yan tarafındaki yaprakları sararmaya yüz tutmuş sık çalılığa bağlamışlar ve vahşi hayvan saldırılarına karşı korumaya almışlardı. Her sabah şafak sökerken ortaya çıkan o dondurucu dağ esintisini de engelleyecekti bu sık çalılık. Öyle düşünmüştü SIRTUTAN.
KESKİNBIÇAK iki gündür hiç konuşmuyor, hiçbir işe de karışmıyordu; BAŞIBOZUK aklına estikçe ona sesleniyordu.
“ Hey… KESKİNBIÇAK ağzını bıçak açmıyor, ne oldu sana… Sen olsun bir şeyler söyle…”
Hiçbir şey söylemiyordu KESKİNBIÇAK, bakışları atının yelesine dikmiş, önde giden SIRTUTAN’ ın ardı sıra gitmeyi yeğliyordu. Ara sıra NEMKAPAN’ la göz göze geliyorlardı ama konuşmuyorlardı nedense.
Ateş yanmış, kıvılcımları taşlığın boyunu geçmeye başlamıştı. Etraf kuru ot, sararmış yaprak ve dallarla doluydu; SIRTUTAN yangın çıkar korkusuyla ateşi toparladı, taşlığa doğru yönlendirdi. Erzak torbalarına gitti daha sonra, çoğu boşalmıştı, tek birinde yiyecek vardı. Bir öğünlük kavurma, biraz peynir ve bolca ekmek kalmıştı; ‘Şükür’ diye geçirdi içinden.
Aygır mı, kısrak mı lafına karşılık veren delikanlıyı aradı yanan ateşin kızıllığında; atlara ot toplamış önlerine koyuyordu.
“ Hey… Delikanlı, gel buraya…” diye seslendi. İçlerinde en genci oydu, hemen toparlandı ve koştu geldi SIRTUTAN’ ın yanına. “Ekmekleri dökülen közde ısıt, bana da bir tencere bul… Torbaların birinde olacak.”
“ Tamam…” sesi kısık ve yorgun çıkmıştı.
“ Dur hele…” dedi SIRTUTAN. Bu delikanlının kısık ve yorgun çıkan sesinde bildiği halde söyleyemediği bir şeyler olduğunu, bu kısıklık ve yorgunluğun bu mecburi suskunluktan geldiğini anlamıştı. “ Söyle bana, sence biz ne yapmalıyız, hangi yöne gitmeliyiz… Bana kalırsa sen bazı şeyler biliyorsun ama dinleyen olmaz diye söylemiyorsun.”
“ Söyledim de azar yedim Ağam…” yine kısıktı sesi ama yorgun değil kırgındı.
“ Kime söyledin…”
“ KESKİNBIÇAK Ağama söyledim, git lan tüysüz diye azarladı.”
“ Peki, ne demiştin…”
“ Dağda dolaşmakla Kara Malik bulunmaz, aşağılara inelim, Kara Malik’i bulamazsak da vadide başka birilerine rastlarız; sorar soruştururuz dedim.”
“ Başka birileri var mıydı yanınızda…”
“ NEMKAPAN Ağam biraz uzağımızdaydı ama duydu mu bilmem.”
“ Hadi sen tencereyi kap getir, kimseye de bir şey söyleme.”
Delikanlı uzaklaşırken SIRTUTAN’ ın zihni altüst olmuştu; neler oluyordu böyle…
( Devam edecek )