banner94

H A D İ O R A D A N…

“ Bazen: ‘Hadi oradan…’ demek lazım; ama kime? Haddini aşana…”

H A D İ O R A D A N…

“ Bazen: ‘Hadi oradan…’ demek lazım; ama kime? Haddini aşana…”

uğur demirbaş
uğur demirbaş
20 Ekim 2016 Perşembe 16:20
912 Okunma
H A D İ   O R A D A N…

“ Bazen: ‘Hadi oradan…’ demek lazım; ama kime? Haddini aşana…”

 

Tarih 6 Ağustos 1945, günlerden Pazartesi; saat 08.15… Sabahın ilk saatleri. Hiroşima’ da halkın yoğun şekilde sokaklarda olduğu bir an… Bu an önceden tespit edildiği için kasıtlı olarak ‘Küçük Oğlan’ şehrin tepesine o saatte bırakılıyor; ‘ Küçük Oğlan’  bir atom bombası… 140.000 kişi can veriyor bir anda, ne olduğunu anlamadan buhar olup uçup gidiyor öbür âleme… Ne et, ne kemik, nede bir parça; hatta tek hücre bile kalmıyor onca insandan geriye… Kadın erkek, yaşlı genç, büyük küçük, çoluk çocuk; 140. 000 insan buhar olup uçup gidiyor tek bir iz bırakmadan; ah vah diyemeden…

Bu öldürmek değil, bu katliam değil, bu vahşet değil… Bu; ‘ YOK ETMEK…’

Yüce Allah’ın(c.c.) var ettiği her şeyi ve bilhassa insanı, ‘O’na meydan okurcasına, belki de tanrılaşma temayülü içinde yok etmeye, hayattan silmeye kalkmaktır bu yapılan.

Üç gün sonra… 9 Ağustos 1945 Perşembe günü, saat 10.58 suları (Japon kaynaklara göre saat 11.02) ‘Şişko Adam’ Nagazaki şehrinin tepesinde patlıyor, 74.000 insan yine bir anda can veriyor, yine buhar olup uçup gidiyor öbür âleme… Sonradan ortaya çıkan ölümlerle bu sayı 143.124 ü buluyor. İki bomba üç gün içinde 280.000 can alıyor; can verenlerden tek bir iz bırakmadan. Sayıya takılmamak lazım, bazı kaynaklara göre 230.000 kişi olarak veriliyor bu sayı.

ABD büyük zafer kazanıyor; nasıl zaferse bu… Böyle zafer insanlığın yüz karasıdır; varlık âlemine yapılan en büyük zulüm, ölüme karşı yapılan en büyük haksızlık ve ihanettir… Yerin dibine batsın böyle zafer.

Japonlar kayıtsız şartsız teslim oluyor; yanmış, yıkılmış ve her şeyini kaybetmiş bir Japonya vardır artık. Barış antlaşmasındaki şartları olduğu gibi kabulleniyor Japon devleti, en ağır şart altmış yıl ordu kurması yasak… Bu ağır şartın zaman içinde nasıl nimete dönüşeceğini kim ne bilsin.

İmparator Japon halkı için tanrı mesabesindedir; tanrı halkla konuşmaz ama imparator bu ağır yıkım ve ölüm karşısında şaşkın, çaresiz ve de bitkin… Çıkıyor halkının huzuruna ve şöyle sesleniyor:

“ Ey Japon halkı… Biz mağlup olduk; bu durumda iki seçeneğimiz var… Birincisi bu yıkım ve mağlubiyetin altından sırt sırta vererek topyekûn kalkacağız ve kalkınacağız… Bunu hayatımızı feda edercesine çok çalışarak yapacağız… Kalkınacağız ki, bize bunu yaşatanların bilgi seviyesine ulaşacağız… İkinci seçeneğimiz ise bu acı ve yıkım karşısında topyekûn harakiri yapacağız ve milletçe hayatımıza son vereceğiz…”

Japon halkı birinci seçenekte karar kılıyor ve topyekûn seferberlik ilan etmişçesine müthiş bir çalışma ve dayanışma içine giriyor, ülkelerini kalkındırmak için gece gündüz çalışıyorlar; her şeylerinden fedakârlık yaptıklarını söylemeye gerek yok.  Başarıları da ortada…

Barış antlaşmasının en ağır şartı olan altmış yıl ordu kuramamak, bu kalkınma hamlesine ekonomik kaynak teşkil ediyor ve orduya harcanacak mali kaynak, kalkınmanın can suyu oluyor. 

Benim derdim ne Japon halkının çalışkanlığını ve fedakârlığını anlatmak, ne onların çalışma gücü ve azmine methiyeler düzmek. Bunlar herkesçe malum ve bilinir. Nede ABD. nin geliştirdiği ve ilk defa kullandığı atom bombasının yok edici tesirine lanet okumak, acımadan kullananlara da gün görmemiş küflü beddualar yetiştirmek.

Benim derdim Yüce Allah’ın(c.c.) mükerrem bir şekilde yarattığı insanın akıl gibi mübarek bir nimeti nasıl ve ne şekilde kullandığına dikkati çekmek, bazen üzülmek, bazen kahrolmak, bazen dertleri demlenmek ve ıstıraplar içinde kıvranmak. Bazen sevinmek, umutlanmak ve gelecek günler mutlu hayaller kurmak. Bazen de yeri ve zamanı gelince insanlığını unutarak insanı aşağılayan, ötekileştiren ve bunu yaparak haddini aşan kim olursa olsun: “ Hadi oradan…” demek veya diyebilmek. Benim anlatacaklarımın hepsi bu kadar ve ana tema bundan ibaret.

‘Küreselleşme’ kavramı yıllar önce dilimize girdi; sonra bunu ‘Global Dünya Düzeni’ olarak telaffuz etmeye başladık. Daha sonra ‘Yeni Dünya Düzeni’ olup dikildi karşımıza bu kavram. Bilen de söyledi, bilmeyende; anlayanda diline doladı anlamayanda ama şunu düşünen ve anlamaya çalışan olmadı: Bu kavramın içinde ne var, kim neyi koydu bu kavramın içine ve bu kavramla ne yapmak istiyor…

Bunu düşünmek için çok fazla kitap karıştırmaya, günlerce akıl yormaya, dünyadaki sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmeleri takip etmeye de gerek yoktu; Müslüman’ız diyoruz ya, kitabımız Kur’ an-ı Kerim ya, Peygamberimiz Hz. Muhammed ya(S.A.S.), O’nun bize bıraktığı iki emanet var ya... Şöyle bir parça göz gerdirsek, zihnimize birkaç soru yerleştirmeye çalışsak anlayacağız bu kavramı; çözeceğiz içindeki şifreyi, göreceğiz neyi nasıl hedeflediklerini…

Hadi bunu yapmadık; Cumhurbaşkanlığı forsunda on altı yıldız var ya, on altı yıldız on altı devleti simgeler ya, bu on altı devlet TÜRK devleti ya, nasıl kurudukları, nasıl güçlendikleri ve nasıl yıkıldıkları az bucuk bilinir ya… Bu on altı devleti yıkan nasıl yıkmış, hangi entrika ve hilelere başvurmuş, hangi ihanetler bu yıkımı kolaylaştırmış hafızamızın bir köşesinde saklı ya; azıcık zorlasak kendimizi, anlayacağız bu kavram içindeki saklı oyunu, göreceğiz kurulu bu tuzağı ve bozmamız kolay olacak; bileceğiz yüze gülen dostun düşman olduğunu dank edecek kafamıza.

Ben bunların yapılmasını da zor ve müşkül buluyorum, bu yüzden yazımın başına Japon halkının tepesinde üç gün arayla patlayan iki atom bombasının sonuçlarını koydum. Henüz TÜRK- ABD dostluğu başlamadan önce bu bomba yapım tekniğini ve teknolojisini bulan, savaş meydanında değil, sivil ve masum halkın en yoğun şekilde sokaklarda olduğu saati önceden bilerek atmaktan çekinmeyen bir anlayışa sahip, zalim olarak da tarif edilmesi zor bu ’YOK EDİCİ’ ile nasıl dost ve müttefik olabildiğimize şaşırıyorum. İsrail devletiyle bizim aramızda bir mesele çıktığınsa hep bu Yahudi zihniyetinin yanında durduğuna şahit olduğumuza rağmen hala dışı hoş, içi boş bu müttefikliği sorgulamayışımıza hayret ediyorum. Ortadoğu’daki manzaraya bakarak neden saçımızı başımızı yolmadığımıza akıl erdiremiyorum. Hiç olmazsa bugünlerde bu hususlara dikkatleri çekmek istiyorum; gayret bizden, sonuç Allah’ın takdirinde…

“ Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zalimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Maide-51)

Yüce Allah bu ayeti kerimede biz Müslümanlara; Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin diyor, onlarla birlikte yaşamayın, insani ve ticari ilişkiler kurmayın, komşuluk yapmayın demiyor ki… Dostluk nedir? İç içe geçmek, en mahrem sırları paylaşmak, güvenmek ve güvence görmek, sırtını yaslamak ve tedbiri elden bırakmak.

Eğer biz milletçe kendimizi Müslüman tanımlıyorsak; bu ayet bizleri bağlamaz mı? Bağlar ve sımsıkı tutunmamızı da gerekli kılar. Peki, biz ne yaptık, kimleri dost edindik… Dost edindikte, dost bildiklerimiz haklı olduğumuz meseleler başta, her türlü meselede bizi mi destekledi, yoksa başka birbirlerini mi?

Küreselleşme veya Global Dünya Düzeni neymiş anlaşılıyor; onların kurduğu ve düzenlediği dünyada önce onlarla dostluk kuracağız; yoksa nükleer silah tehdidi tepemizde olacak. Kurduğumuz bu dostluk onlara benzemek ve onlar gibi yaşamakla devam edecek; yoksa malum son… Bizler asırlarca yaşadığımız coğrafyanın yer altı ve yer üstü bütün nimetlerini onlara tahsis edeceğiz, onlar için çalışacağız, onların menfaat ve çıkarlarını koruyacağız; yoksa demek bile yok onlar için… Yoksa kelimesini çıkarın sözlüklerden.

‘Yeni Dünya Düzeni’ başlıyor; ya onların yanında yer alacağız, ya karşılarına alacaklar. Yanlarında yer alanlar, modern çağın nükleer silah sahibi efendilerinin, demokrasi, özgürlük ve insan hakları tasması altında ötekileştirilmiş ve aşağılanmış köleleri olacaklar. Başka şansları yok… Karşılarına aldıklarını ise bu efendilerin savaş oyunlarında figüranlık yapacaklar. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaklar karşılarına aldıkları topluluklarla; bu oyunun en kötü sahnesi ise, terörist kılığına soktukları ile devlet olarak tanımladıklarının birbiriyle yaptıkları kıyasıya savaş: Aynen arenadaki gladyatörler gibi.

Modern çağın efendileri ise bu kanlı ve anlamsız savaşı hem yönetecekler, hem de keyifle seyredecekler…

“ Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Savaş atları yetiştirin ki, bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilmeyip de ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz.” (Enfal- 60)

Okumadık ki, hadi okuduk diyelim doğru dürüst anlamadık ki, anladık ama hayatımıza uygulamadık ki. Bu devirde savaş atı mı yetiştireceğiz diyenleri duyar gibiyim; tanklar, zırhlı araçlar mı demeliydi Yüce Allah, bunu bekliyorsunuz.

Bu ayetteki en çarpıcı ve insanı sarsan tavsiye şu: “… onların ötesinde sizin bilmeyip de ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız.”

Demek ki, biz insanların bilmediği ve ancak Allah’ın bildiği düşmanlarda var; gücümüzün yettiğince kuvvet hazırlamamız gerekiyor ki, onları korkutup yıldıralım. ABD. nin yaptığı gibi ‘YOK ETMEK’ yok, sadece korkutup yıldıracağız; verilen ruhsat bu sınırda bitiyor.

Gücümüz yettiğince kuvvet hazırlamadık; gücün ve güçlünün yanında yer alarak güçleneceğimizi ve korunacağımızı sandık. Allah yolunda harcama yapmak yerine konforu, modayı, süsü püsü seçtik; yalan mı? ‘O’ nun için harcadığımızın bize eksiksiz döneceği teminatına inanmadık; kaynaklarımızı, birikimlerimizi ‘Modern dünyanın efendileri’ nin kullanımına tahsis ettik, hiçbir karşılığı olmayan paralarına bağladık, icat ettikleri alet ve edevatı almak için emeğimizi bedavaya verdik, alın terimizi su gibi akıttık.

Gün bu gün ve gelip dayandık uçurumun kenarına; ilk çığlık: “ONE MUNİTE…” oldu. Sonra: “ Dünya beşten büyüktür…” feryadı koptu.

Modern çağın efendileri şaşırdı; ellerindeki silahlarların çığlık vurmadığını, feryadı yok etmediğini gördüler ve aptallaştılar.

Son söz ne olacak: “ Siz burada ne arıyorsunuz?” olacak ve haddini aşanlara: “Hadi oradan…” diyen birisi mutlaka çıkacak ve çıkması yakın.

Pervasız gelen perişan olarak dönecek ve çekilecek geldiği yere…

Belki de: “ AKDENİZ’ DEN KOVULAN… KIZILDENİZ’ DE BOĞULACAK.”

Ama önce:“Hadi oradan” demek lazım; çünkü haddini aşana“Hadi oradan” denir. Zamanı gelince TÜRK MİLLETİ olarak hep bir ağızdan diyelim mi?

HADİ ORADAN !..

Saygılarımla… 20 Ekim 2016

  

Son Güncelleme: 22.10.2016 18:25
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
banner89

banner83

banner26