banner94
BABAMIN  ÇORAPLARI… (3.Bölüm)

“ Kalenderlik kaderiymiş babamın, bu yüzden gülüp geçmiş hayata… ”

“Hafıza-i beşer nisyanla malul” derler; derler de bunu pek açıklayan olmaz: İnsan hafızasının unutma hastalığı, ola ki sakatlığı vardır anlamına gelir bu söz.

Yazımın birinci ve ikinci bölümleri birbirinden kopuk ve bağlantısız gibi gelebilir, son anda fark ettim bunu; anlatımda sıralama hatası yapmışım. Önceden fark etmiş olsaydım, birinci bölümü daha değişik bir anlatım ve sıralama içinde yazardım: Hatasız kul olmaz…

Niyetim ne babamın hayatını anlatmaktı ilk başta, nede ailemin başından geçenleri dile getirmek, aktarmak yalan yanlış. Nisyanla malul olan hafızamızı biraz güçlendirmek istemiştim sadece; unutmanın bir lütuf, hatırlamanın da bir nimet olduğu gerçeğine dikkatleri çekmek biraz da.

Hal böyle olunca herhangi bir sıralama kaygısı çekmedim; hafızamın o derin, karanlık ve huzur dolu kuyusundan su çeker gibi anlattım hatırıma gelenleri. Zaman ırmağından neyi yakalamışsam onu tuttum, o sıralamayı takip ettim, yazıya geçirmeye çalıştım; hepsi bu…

Kızılcahamam’a iki kere göç etmiş ailem; birinci göç 1940 lı yılların ortalarında olmuş, iki veya üç sene sürmüş bu geliş, sonra tekrar dönmüşler köye. İkinci ve kalıcı olan göç ise 1956 yılında, henüz altı yaşıma bastığım günlerde, çetin geçen bir kış ortasında olmuş ve hala devam ediyor.

Gülerek anlatırdı annem; kuyruğu kesik boz bir eşeğe yüklenen yatak ve yorganların arasında yer açılmış benim için, kar yağışının soğuğu kırdığı yumuşak bir günde. Ağlamadan, sızlanmadan, tek laf etmeden kar beyazlığında daha bir efsunlu ve esrarlı görünen etrafa bakmışım dalgın ve suskun. Gün kavuşmak üzereyken girmişiz Kızılcahamam’a.

Aileme yardım amaçlı katır ve eşekleriyle göç taşımına katılan eş, dost ve akrabalarda şaşırmış benim bu halime: ‘Maşallah’ demişler mi bilmiyorum, annemde söylemedi. Neden şaşırmasınlar, melül mahzun etrafa bakan bu gök gözlü çocuk derin bir sükût içinde; meçhule gider gibi düşünmektedir dalgın, durgun ve sessiz.

Yapılan bu iki göç, her göç gibi elbette iradi bir tercihmiş ama her göçün arka planında saklı veya saklanması icap eden bazı mecburiyet de olurmuş. Ailemin yaptığı bu iki göçte öyle olmuş, tercihlerin arka planında saklı veya saklanması icap eden, bana da hiç söylenmeyen bazı mecburiyetler varmış. Hala bu merak kaşındırır hafızamı, huysuzlanırım bu mecburiyet acaba neydi diye?

Hayat bir tercih midir, yoksa bir mecburiyet mi? Veyahut her ikisinin bir anda ortaya çıktığı bir sürecin yaşanması mıdır hayat.

İnsanın hayata gelişi ne tercihtir, nede mecburiyet; inanan birisi için ilahi takdirdir bu doğum. İnanmayanlar için bir tesadüf, yarım yamalak inananlar içinse geldim de ne oldu…

Ne hoş değil mi, anne ve babamım bir oğul tercih ve temennileri benim için bir mecburiyet oluyor; benim için mecburiyet olan hayat benimle aynı gün doğan birisi için takdir, diğeri için tesadüf, bir başkası içinse geldim de ne oldu olarak algılanabiliyor.

Babam Saraç Cafer Ustadan ayrılıp öğrendiği meslekleri KIZILCAKÖY de icra etmeye başladığı zaman aralığında ne yol varmış köyleri şehre bağlayan, ne elektrik gelmiş medeniyeti de peşi sıra sürükleyen.

Köy çeşmelerinde gürül, gürül akan su varmış yalnızca; mahrumiyetin şarkısını kendi dilinde söyleyen. Birde muhtarı arayan jandarma gelirmiş ara sıra, omuzlarında Kırıkkale tüfeği, bellerinde fişeklik. Tahsildarların uğradığı da olurmuş yılın bazı günleri. Koltuk altlarında muşamba çantalar, kopya kalemler kulaklarının arkasında.

Ormancıları unutmak ne mümkün, onlar köylünün baş tacı… Bindikleri beygirlerin bakımı köylüye aitmiş, kendilerine gösterilen ikram ve ihtimam kadar önemliymiş bu beygirlerin bakımı ve tımarlanması… Hele bir eksik bulsunlar bu bakım ve tımardan, ormanı haram ederlermiş köylüye; kuru dal bile toplatmazlarmış, kırmak, kesmek şöyle dursun.

Şu hayat gerçeğini yazmadan babamın bir avuç hayatını anlatmak biraz yavan kaçar, anlaşılması zorlaşır. Babamın iki yaşına yeni bastığı günlerde ayaklanmış Büyükbabam: ‘Beni çağırıyorlar, gitmem lazım’ demiş, başka bir şey dememiş günlerce. Kim çağırıyor, nereye gideceksin Molla Durali diyenlerin gözlerine öfke yüklü bir bakış atmış sadece, nereye olacak dercesine. Nereye olacak Hacca tabi. Kim çağırıyor diye sormak abes…

Ve gitmiş ardına bakmadan, ardında bıraktığı eşi ve üç çocuğu ne olacak diye düşünmeden. Bir daha da dönmemiş: “Veda tavafında can verdi” demişler onunla birlikte gidenler.

Pek ağlayan sızlayan da olmamış herhalde, karısıyla birlikte büyüğü yedi, küçüğü iki yaşına henüz basmış iki oğlunu, dört veya beş yaşındaki tek kızını köylük yerde tek başına koyup gidenin arkasından yas mı tutulur; düşünce bu olmalı, belki de kırgınlık ve kahır…

Kıraç tarlalarla birlikte bayağı Çeltik Tarlası varmış Büyükbabamın; yıllar çabuk geçer, babam kendisine biraz gelince, üç çocuk arasında kura usulüyle olabildiğince eşit olarak bölüştürmüşler bu mirası köyün sözü, sohbeti dinlenir büyükleri.

İşte babam kundura, mest dikerken, nal çakıp, diş sökerken, her Perşembe Köy Odasında başa, saça ve yaşa göre tıraş yapıp saç keserken, annem ve kız kardeşlerimde dede mirası bu tarlaları ekip biçmişler, harman edip çeç savurmuşlar güçleri yettiği ölçüde.

Evin hayatına kurduğu tezgâhın başında zanaatı icra etmiş babamda, boş kaldığında koşmuş onlarla birlikte tarlaya, bahçeye, harman yerine. Oldukça kalendermiş, gülüp geçermiş hayata ama kalenderliği ölçüsünde tembel değilmiş. Sadece birazcık rahatına düşkünmüş o kadar. Bu hal bende de vardır; tembellik hakkımı kullanıyorum diyerek mazeret üretir, keyif sürmeyi seçenek haline getirdiğim olmuyor değil.

“ Hayattan keyif almak için çok çalışmak kadar değer üretmekte lazım.”

En keyifli olduğum anlar değer ürettiğim zamanlardır. Bu değer, bazen güzel bir cümle kurmaktır, bazen bir hakikati bir şiir mısraında dile getirmek; hepsi bu kadar.

Orta boyluydu babam, ne uzun, ne kısa… Buğday tenli, karakaşlı, kara gözlü birisiydi benim aksime. Ben anneme çekmişim… Biçimli bir alnı vardı, bir avuç hayatı kadar temiz; burnu da ona nispet… Atatürk gibi yukarı kıvrılan kaşlarıyla hemen dikkati çeker ve övünürdü bu benzerlikten dolayı.

Annem bademyağı sürdüğünü, devamlı bakımını yaptığını söylerdi kaşlarının; bunları söylerken kıskandığını belli ederdi birazcık. Nasıl etmesin, çapkınlığı da varmış babamın; yapmış mı, yoksa niyetlenmiş mi tam emin değilim.

Annemin anlattığı bir olaya bakarsan bulaşmış ama bulaşıp kalmamış o çirkefin içine. Bu yazı serisinin adını birazda bu yüzden babamın çorapları koydum; herkes gibi onunda kirli olmasa da, kirlenmeye müsait bir yanı vardı ve olmalıydı. Nihayet insanız hepimiz…

Babamın Kirli Çamaşırları diyemezdim, insan olarak kirlenmeye müsait bu yumuşak, gevşek yan ve zaaflarına bakarak. Bir avuç hayat içinde hem yok sayılırdı, hem de çok ayıp olurdu bir evlat olarak bu küçük insani yan ve zaafları yazmak. Kirli çorapları desem yakışık almazdı; her ne kadar babam oldukça dalgın ve döküntülü bir insan olsa da.

En güzeli ve yakışanı delik çorapları demekti. Böyle müphem ve esprili bir anlatımla babamın hayatına övgüden ırak, ola ki yergileri de espriye çevirerek yumuşak bir giriş yapmak istedim. Hafızamın derinliklerini akıl gücümle eşelemek, bulduğum anı ve hatıraları dilimin döndüğünce yazıya dökmek, çoğu insanın hayatına da dolaylı atıflarda bulunmak ve geçmişe yolculuk yapmalarına vesile olmak.

Neydi annemin anlattığı o olay: Tarlada tabanda, bağda bahçede fazla çalışmadığı için babamın teni pırıl, pırıl, eli yüzü düzgün, oldukça da yakışıklı.

Kundura ve mest dikmesi bir yana, nalbantlığı, berberliği, hele de maharetle diş çekmesi var ya, göze batan, her yerde konuşulan bir özellik, üst bir kabiliyet ve beceri köylük yerinde. Gönül kaymaları olmaz mı, bakışmalar, gizli kaş göz işaretleri; hayat bu, hele insan varsa bu hayatın sahnesinde, oyun ve oynaştan da hoşlanması kaçınılmaz ve olağan şeylerdense…

Şüphelenir annem, kaygılı geceler geçirir; yüreğinde sıkışmalar başlar, kadınca hislerin kıskacına girer ister istemez. Çocuklar boy, boy, onların bitip tükenmez ihtiyaçları bir yana, dam işi onun, tarla taban işi onun… Birde babamı mı takip etsin, birde onunla mı uğraşsın ama gönül bu, kadınsı hisler bırakmaz ki yakasını…

Babam bir akşam vaktinde eve gelmez, uyur uyanık bekler annem; gece uzar, bekleyiş kuşkuya dönüşür. Bir ara dalar, uykusuzluk ağır basar; gecenin en karanlık ve sessiz olduğu bir an, bir tıkırtı duyar ve uyanır. Bakar ki babam gelmiş, sönmek üzere olan ocağın başında oturmakta… Isınmakta mıdır, yoksa düşünmekte mi? Anlamak için doğrulur ve çıkar yatağından: Nerede olduğunu sorar, niye bu kadar geciktiğini ve neden yatağa girmediğini…

Babam perişan bir vaziyettedir, ben bittim demektedir, hem de tükendim; artık dışarı çıkamam diye de ilave eder. Niye sorusunun cevabı ilginçtir: Şapkamı düşürdüm der, başı açık dışarı çıkamam diye anlatır bitikliğini, tükenmişliğini.

Şapkasını düşürmüştür bir yerlere, karanlıkta bulamamış, aramaya da fırsatı olmamıştır. Köylük yerde başı açık dışarı çıkılmaz, çok ayıp sayılır, hem de şapka giymemek suçtur o yıllarda. Ya bir bulan olursa; Nuh’un şapkası bu yerde ne arıyor derlerse… Vay ki vay…

(Devam edecek)


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26