banner94
                                         HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA…

 

 

“ Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz? Niye…

Eşkıyalık bir yaşam şekli değil mi? İnsanları mutlu eden, huzur veren yeni ve farklı bir düzen veya sistem olamaz mı eşkıyalık…

Neden eşkıya böyle bir düzeni kuramaz, böyle bir sistemi hayat geçiremez…

Ve… neden eşkıya dünyaya hükümdar olmaz…”

 

Başı karlı ve dumanlı yüce dağların, sarp ve geçit vermeyen dik yamaçların, bu dağ ve yamaçların eteğinde güneş ışığının güçlükle girdiği sık ve gür ağaçlı ormanların çevrelediği bir ülke düşünün…

Karlı dağlardan kaynağını alan, kayalık dik yamaçlardan fışkıran, dökülürken köpüren, çağlarken içten ve ahenkli şarkılar besteleyen derelerin olduğu… Birkaç derenin buluşmasıyla gürleşen, balıkların neşeyle oynaştığı, kurbağaların orkestra kurduğu, yeşil çayırları, geniş otlakları sulayan, bağ ve bahçelere arklarla ulaşan berrak çayların mırıldanarak aktığı…  Durgun ve sessiz akan ırmaklar nasıl olmaz, olur elbet; uçsuz bucaksız ovalara bereket ve bolluk taşıyan… İşte böyle bir ülke benim anlatacağım yer.

Kendi bölgesinde ve kendi halinde, gözlerden ırak, pek fazla komşusu ve gelip gideni olmayan, huzuru, barışı ve dostluğu gönül potasında eriten ve kardeşlik olarak şekillendiren insanların yaşadığı, kötülüğün girmediği, husumetin uğramadığı, kavga ve savaşın bulaşmadığı…

Huzurun sükûnet içinde yaşandığı, hayvan bitki, kurt kuş, börtü böcek ne fark eder, yaşayan bütün canlıların her şeyi ve bilhassa var olmanın mutluluğunu birbirlerine ikram ettiği bir ülkeyi tasarlayın zihninizde.

Buz gibi suların kuyulardan içildiği, ormanlardan kuru odunların taşındığı ve ocaklarda yakıldığı, balıkların çaylardan avlandığı, her çeşit yemişin ormanlardan toplandığı, buğdayın bereketli tarlalardan biçilip taş değirmende öğütüldüğü, hayvanların yemyeşil çayırlarda otladığı, sütün ineklerden sağıldığı, yünün koyunlardan kırpıldığı.

Bahçelerde ağaçlarının her çeşit meyveyi sunduğu, bağlarda üzüm salkımlarının salındığı, her çeşit sebzenin mevsimine göre yetiştiği, mevsimlerin zamanında geldiği ve vaktinde çekip gittiği bir ülke olsun burası.

Bu ülkenin bir hükümdarı olmasın mı, olmalı ve var; güleç yüzlü ve hep cömert olsun bu hükümdar. Kararlarını adaletle veren, uygulamasını merhametle yapan ve ülkesinde yaşayan herkesi şefkatle kucaklayan…

Hükümdarın yaşadığı ev, ülkesinde yaşayan bütün insanların evi gibi iki katlı ve bahçe içinde olsun. Hükümdarın evi olduğu bilinsin diye, evin çatısında sadece ülke bayrağı dikilmiş olsun; esen rüzgârlarda hafiften ve gururla dalgalanan.

Vezirin evi de hemen yakınında olsun; hükümdar seslenince duyulsun… Onun balkonunda da gelen giden, işi düşen, bir derdi tasası olan şaşırmasın, bilsin vezirin evini diye gösterişsiz bir flama asılmış olsun. Vezir de öyle böyle değil, halkın sevdiği, ilmine güvendiği, filozof bir kişi.

Hükümdar kanun koymamış, vergi tahsil etmeyi reddetmiş, ordu kurmamış, koruma tutmamış olsun böyle bir ülkede; bu hükümdar şöyle seslenmiş olabilir mi halkına:

“ Ey halkım! Barış en büyük ve en güçlü ordudur; zulmü sevmem, zalime karşıyım bu yüzden ordu kurmadım, korunmama da gerek yok. Ülkemi adaletle yönettiğime inanıyorum, bu yüzden suç yok ki, ceza olsun… Ülkemde kan döken yok ki, kanun olsun… Şükür, tasa yok ki, yasa olsun… Herkese şefkatle yaklaşmaya çalışıyorum ve herkes devletine güveniyor. Bu huzur ve güvenin devam etmesi için herkes karınca kararınca devletine veriyor; niye vergi koyayım ki… Bende hükümdarınız olarak verileni zayi etmiyor olmayana dağıtıyor, aç susuz koymamaya gayret ediyor, ülkemizi mamur etmek için her kuruşunu özenle harcıyorum. Allah huzurumuzu daim, bereketini bol etsin. Ben sizden hoşnudum, umarım sizde benden memnunsunuzdur.”

Cevap ne olabilir ki; yazmaya gerek var mı?

Vezir niye hitap etmesin; hikmetle doludur sözleri, filozofçadır:

“ Benim vezirliğimin hiçbir hükmü yoktur; eğer icraatlarım bu ülkenin geleceğini kurmuyor, teminatı olmuyorsa… Siz hükümdarımıza güveniyorsunuz, hükümdarımız da bana; bu güven bana dilediğimi yapma yetkisi vermez, aksine her icraatımda sorumluluk yükler, hem de en ağırından… Sorumluluğumu idrak ettiğim müddetçe bu güven icraatlarımın tek güvencesi olacaktır.”

İşte böyle bir yer olsun GÜNGÖRENLER ülkesi.

Bir gün, akşamüstü karanlık dağlardan ve sarp yamaçlardan aşağılara doğru usulca çökerken, bilinmedik bir yerden, yorgun ve terli bir at üzerinde, yaralı ve yarı baygın bir adam çıkar gelir GÜLERYÜZ köyüne…

Yorgun ve terli at köy meydanında durur; görenler hep birden atın ve yarı baygın yaralı adamın başına toplanır. Atın üzerindeki adam kan revan içinde ve yarı baygındır. Yaralı adam yıllar önce hükümdarın yaptırdığı, kimsesizlerin barındığı, gelen misafirlerin ağırlandığı misafirhaneye götürülür alelacele.

Atın teri soğutulur, köy çeşmesinin oluğunda sulanır, misafirhanenin alt katında bulunan ahıra çekilir ve yemlenir.

Köyün şifacısına haber uçar, koşarak gelir yarı baygın adamın başına. Yarasına bakar, önce temizler, sonra çantasındaki merhemlerden sürer, sarar sarmalar. Herkes merak içindedir; kimdir bu yabancı, nereden gelmekte, nereye gitmektedir. Başına ne gelmiştir, omzundaki derin yara nasıl olmuş ve kim açmıştır. Ama baygındır yabancı, cevap verecek halde değildir.

Birkaç gün kendine gelemez yaralı adam; ne yemek, ne içmek baygın yatar, sadece arada bir sayıklar.

“ Vurun, öldürün şunları… sağ bırakmayın hiç birini…”

Kimse dediklerinden bir şey anlamaz; bilmezler çünkü vurmayı, öldürmeyi GÜLERYÜZ köylüleri. Ölümün Allah’tan geldiğine inanmışlardır; her ölende eceli geldiği için ölmüştür. Sağ bırakmayın demek ne anlama gelmektedir, bir türlü anlam veremezler; onlar için çok garip ve ilginç bir sözdür bu.

Nihayet bir kaç gün sonra adam gözlerini açar, bakınır etrafına şöyle bir… İlk sevinen şifacı olur, bir yaralıyı iyileştirdiği için mutlu olmuştur. Köy yetkilisi ise ağırladığı bir misafirin köyünde ölmediği için Allah’a şükreder. Ama her ikisinin de bir merakı vardır: Kimdir bu adam ve sayıkladıkları ne anlama geliyor.

“ Neredeyim…” olur adamın ilk sözü. Sesi halsizdir ama kalın ve serttir.

“ GÜLERYÜZ köyündesin…” diye cevap verir köy yetkilisi. Adam bu cevabı yeterli bulmamış olacak ki düşünür bir müddet.

“ Burası neresi, ben buraya nasıl geldim…”

“ Burası GÜNGÖRENLER ülkesi, köyümüzün adı da GÜLERYÜZ. Bir akşamüstü atın üzerinde yarı baygı geldin ama nasıl ve nereden geldiğini biz bilemeyiz… Cevap sende…” diye açıklama gereği duyar köy yetkilisi.

“ Atıma ne oldu…”

“Atın ahırda, yemlendi, sulandı ve tımarlandı… Merak etme…”

Adamın oldukça esmer yüzü biraz daha kararır, çatık kalın kaşları biraz daha çatılır.

“ Atımın eyerinde heybem vardı…” der şüpheci ve sorgulayıcı bir sesle.

“ Eyerde, heybede ahırda, emin bir yere koyduk duruyor… Hele iyileş, iner bakırsın.”

“ Çok önemli şeylerim vardı heybemde…” diye söylenir yaralı adam.

“ Seyis Ali emin bir yere koymuştur, merak etme. Sen önce bir çorba iç, birkaç dilim ekmek ye…”

Arkasına döner ve sedirde oturan genç birine işaret eder köy yetkilisi. Oturduğu yerden saygıyla kalkar genç adam ve misafirhanenin mutfak kısmına geçer.

Odada bulunanlar oradan buradan konuşurlar; şifacıyı tanıttılar adama… Birkaç gündür başında beklediğini söylerler. Adam tınlamaz, teşekkür bile etmez şifacıya, sadece:

“ İyi…” demekle yetinir.

Odada bulunanlar onun bu davranışına şaşırırlar ve birbirlerine bakışırlar. Adam ağır yaralıdır, günlerdir aç susuz baygın yatmaktadır; bu şartlar altında onun bu davranışını ayıplamak, kınamak doğru olmaz düşüncesi hâkim olur. Soru sorarak da yormak istemezler. Ne ki akıl bu ya, boş durmayı sevmez ki; adamın omzundaki derin yara nasıl olmuştur, kim açmıştır bu yarayı. Bu adam kimdir, nereden ve nasıl gelmiştir köylerine.

Yaralı adamın GÜNGÖRENLER ülkesinden olmadığı kesindir ama nereden gelmiştir ve nasıl olup da aşmıştır bunca yüce dağı, nasıl geçmiştir bunca sarp yamacı, nasıl yol bulmuş ve GÜLEÇYÜZ köyüne ulaşmıştır o sık, o gür, o gün ışığının zor girdiği ormanları ardında bırakarak. Ama sırası değildir, yeri de hasta başı hiç değildir; bu soruların cevabını ertelemek lazımdır ve öyle yaparlar. Susarlar ve meraklarını akıllarında tutmayı yeğlerler.

Mutfak kısmına geçen genç adam bir müddet sonra elinde geniş bakır sini ile görünür; bir kâsede çorba vardır, bir tabakta haşlanmış et ve diğer bir tabakta pilav. Getirip yaralı adamın yattığı yatağın kenarındaki yüksekçe sekiye usulca koyar. Köy yetkilisi:

“ Hele bir doğrulmaya çalış, toparla kendini şöyle bir… Çorbadan iç, için ısınsın, etten ye, gücün yerine gelsin, pilavı kaşıkla açlığın gitsin…”

Adam iki dirseğinin üzerinde doğrulmaya çalışır ama yarası derin ve tazedir, acı içinde kalır. Şifacı hemen yardımına koşar; köy yetkilisi de boş durmaz, o da destek olur ve adamı güç bela oturağına getirirler.

Çorbayı büyük bir iştahla içer adam, etin büyü bir kısmını yer, en son pilavı kaşıklar.

(Devam edecek…)

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26