banner94

                            YALNIZ  DEĞİLSİN  ‘UZUN  ADAM’

                                                ( 4. Bölüm )

 

Yalnız değilsin ‘Uzun Adam’ ; yalnızlığın sırrına eren yalnızlar seninle…”

 

Sır nedir… Sır bilinmeyen değil, bilinen ama söylenmeyendir…

Bilinen neden söylenmez, söylenirse ne olur… Hiçbir şey olmaz ama sırsız ayna göstermez, silik ve belirsizdir görüntü… Sırsız testide su durmaz, en hafifi su sızdırır o testi. Gerçi su sızdıran testinin suyu soğuk olur ama içinde kalırsa…

Petekte duran bal neden akmaz, balarısının sırrıdır bu… Bu sırrı çözmek, öğrenmek imkânsız gibi gelebilir; adezyon kuvvet alanını bilmek lazımdır bu sırrı çözmek ve öğrenmek için. Balarısı bu sırrı bildiği için peteği hep altıgen biçiminde yapar. Yaratılıştan gelen sır söylenmez, ancak icra edilir…

Yani sır bilinmeyen değildir, yeri ve zamanı gelmediği için bilenin söylemediği, böyle bir derdi olmayanların dönüp bakmadığı hayat hakikatlerdir sır…

İşte bu yüzden sır yalnızı ve yalnızlığı sever… Niye mi? Sırrı bilen, bu sırrın fıtratına uygun yaşatmak, korumak ve yeri ve zamanı gelince hayata katmak için yalnızlığı seçer ve yalnızdır. Sırrı bilmeyen zaten sırdan kaçmış, sırrı kendi haline bırakmış ve kalabalıklara karışmıştır.

Bu yüzden sır yalnızı ve yalnızlığı sever.

Hakikatlerin sırrına ermek isteyen âlimler ve liderler de yalnızdır; irfan dehlizlerinde ararlar kendi hakikatinde gizlenmiş sırları… Bulurlar da…

Hakikatin sırrına ermiş âlim var mı bilmiyorum ‘Uzun Adam’ ama bu millet lider olarak seni buldu ve seçti; duruşuna güvendi, tavrına umut bağladı. Hele hitabeti siyasetin önsözü yapışın yok mu; ardına taktı ve sürükledi bu milleti.

“…yalnızlığın sırrına eren yalnızlar seninle” dememdeki açık sır bu işte.

Bu millet asırlardır yalnız kaldı, yalnızlığı yaşadı; yalnızlığın kalp kulağına fısıldadığı sırların içinde sır oldu kaldı. İçin, için söylenip durduk:

“ Kaderde sır içinde sır olmakta varmış; yaşadık ve yaşıyoruz milletçe…”

Yalnızlar sırlarını yalnızlıkla paylaşırlar… Yalnızlık bütün sırlarını bilir yalnızların ama dile düşmesin, göze gelmesin diye söylemez… Vermek istemez yalnızların sırrını kalabalıklara; çünkü kalabalıklar sır tutmaz gürültü yapar… Kalabalıkların gürültü haline getirdiği sırları susarak yutar yalnızlık; bazen usulca fısıldar yalnızların kalp kulağına, bazen de sızdırır gönül dünyasına.

His diyen olur bu fısıltıya, sezgi diyende çıkar, duru görü olarak anlayan da vardır. Bu sızıntıya ilham diyen vardır, aşk diyen olur, iman diye sımsıkı sarılan da…

Yalnızlık gibi yalnızlarda suskundur; sırlar nasıl yalnızlık içinde susar ve hep sukut ederse… Susar, yutkunur ve kapanır kendi içine bütün sırlarıyla; bir iç çekiştir onulmaz acıları yalnızların, bazen bir inilti olur el açıp ettiği dua…

Kaderi yoktur yalnızların, onlar kader diye insanlığın dertlerini ve kederlerini yaşarlar; o dert ve kederlerdir onları yalnız yapan ve yalnızlığın sırrına erdiren.

‘Uzun Adam’ işte bu yüzden diyordun: “ Biz dertliyiz be…”  Ve haykırıyordun BM Genel Kurulu kürsüsünden yalnızların gür sesi olarak:

“ Dünya beşten büyüktür…”

Çünkü sende yalnızdın, dertliydin, kederler içindeydin.

Kaderi karanlıkta okur yalnızlar… Karanlığı okumayan aydınlığın kıymetini ne bilir… Mazlumların derdi karanlık gibidir çöker ve abanır yalnızlığın ve yalnızların üstüne.

İşte bu ağır ve çekilmez yük altında okur ve bilir yalnızlar kaderi… Kader onlara yaşananları bilgi ve tecrübe, yaşanacak olanları sır ve önsezi haline getirerek sukutun sesiyle söyler; bu fısıltıyı sadece yalnızlığın sesine kulak veren yalnızlar duyar.

“ Kaderin üstünde bir kader vardır…” diye haykıran şair yalnızlığında duymuştur kaderin bu fısıltısını… Kaderin üstünde nasıl bir kader varsa; söylenmeyen her sırrın içinde de onlarca sırlar vardır; yalnızlığın sırrına ermek budur işte…

Seni yalnız bırakmayan ama yanına da hiç yaklaşmayan sırlara erişmiş yalnızlar seninle ‘ Uzun Adam…’ Bilmeden sevmek budur işte, görmeden güvenmekte böyle olur.

Bir gün herhangi bir markette alışveriş yapmaktayım; alacağım ürünlerle öyle bir iletişim içine girmişim ki; kopmuş ve uzaklaşmışım hayattan… Omzuma dokunan bir elle sıçrıyor, yüzüme dikilmiş iki çift gözün inceleyen bakışlarıyla irkiliyorum:

“ Ne yapıyorsun Ağabey, dalıp gitmişsin…”

Tanıdık iki yüz, ikisi de eğitimci… Dalgınlığımı dağıtıyorum belli etmeden, şaşkınlığımı kâğıt mendil gibi usulca sıyırıp atıyorum üzerimden:

“ Rabbimin yalnızlığında yer tutmaya ve yaşamaya çalışıyorum.”

Derken, üzerinde hiç düşünmediğim bu sözün nereye varacağını düşünmediğim gibi onlarında benim kadar şaşıracağı ve irkileceği de hiç aklıma gelmemişti o an. Esmer olanı:

“ Sever felsefeyi, yine felsefe yapıyor…” derken diğeri:

“ Bu nasıl felsefe, kafam karıştı pek anlayamadım.” Dedi bakışlarına düşmüş muğlâk ve müphem ifadeyi derinleştirerek.

Gülümsemeye çalışsam da nafile… Aslında yaptığım gülümsemek değil, söylediğim lafın alt yapısını düşünmek ve mantıklı bir açıklama yapabilmek.

“ Yalnızlık Allah’a mahsus diyen siz değil misiniz?” diye soruyorum gayrı ihtiyari. Karşımdakiler birbirine bakışıyor: “ Evet…” demelerini beklemeden.

“ Yalnızlık Allah’a mahsussa; bende Allah’ın yarattığı bir kul olarak ‘O’nun yalnızlığında yer tutmaya ve yaşamaya çalışıyorum; felsefe falan yaptığım yok, söylediğim bir hayat gerçeği.”

Bu açıklama kafa karıştırmaz ama kafa kaşıttırır… Öyle yapıyor karşımdaki iki kişi; tatlı, tatlı kaşımaya başlıyorlar kafalarını…

İşte ‘Uzun Adam’ biz yalnızlar; Yüce Allah’ın yalnızlığında yer tutan ve yaşamaya çalışan insanlarız ve seninleyiz… Bizim gücümüz varlığımızdan gelmez, bizi yaratan ‘O’ yüce varlığın ruh diye üflediği kabiliyet ve becerilerden gelir. O gücü insanlığa faydalı hale getirebilirsek bütün haşmetiyle ortaya çıkar ve hayata dâhil olur. Eğer kendi çıkarlarımız için kullanmaya kalkarsak, o güç bizi perçemimizden yakalar ve soluğumuzu keser…

Yalnızlığı yaşayan üç yalnız vardır; bir liderler yalnızdır, bir âlimler ve birde zalimler… Liderler yalnızlığı ihanetten kaçmak, menfaatçilerden uzaklaşmak, dalkavukluktan hoşlanmadıkları için seçerler… Âlimlerin yalnızlığı ilmin içinde kaybolmak, âlemleri keşfettikçe hayrete düşmek ve yaratılanda Yaradan’ı görmek içindir. Zalimlerin yalnızlığı şüphedendir, her gölge onların düşmanı, her kımıltı onlara kurulmuş tuzaktır; gücü seçmeleri ve ardına saklanmaları bu yüzdendir.

Medeniyet adına insanlığı tümüyle yok edecek nükleer silahlar geliştirerek güçlü olduklarını sananları, biz yalnızlar böyle görüyor ve acıyoruz ‘Uzun Adam…’

Bizim seninle olmamız sendeki devlet gücünü elde etme gayretimizden değildir, o gücü halk için adilce kullanma ve paylaşma arzusunu sende bulmamızdandır. 15 Temmuz gecesi senin çağrınla sokaklara dökülmemiz, meydanlara toplanmamız, kurşunlara meydan okumamız, tanklara kafa tutmamızın tek sebebi budur ‘Uzun Adam...’

Hani bir Safiye BAYAT vardı ya o gece; yapayalnız bir kadın… Elinde cep telefonu, sırtında çantası… Köprüyü tutmuştu silahtan ve kalabalıktan gücünü alanlar; üzerlerinde hiç yakışmayan TÜRK ASKERİ elbisesi…

Safiye BAYAT yapayalnızdı ama korkmuyordu; yenmişti can kaygısını ve tüm korkularını… Yalnızlığında bulmuştu sonsuzluğun gücünü ve yürüyordu silahın ve kalabalığın gücüne inanmış hainlerin üzerine:

“ Siz burada ne yapıyorsunuz?” diyordu yüreğindeki vatan aşkını imana tahvil ederek. “ Siz burada ne yapıyorsunuz?”

Sanki Seyyide Zeynep dirilip gelmişti asırlar öncesinden ve Boğaziçi Köprüsünü tutan hainlere sesleniyordu.

“ Ey zalim!..” diye haykırmıştı Yezid’ e… “ Senin arkanda yüz bin kişilik ordu var ama benim karşımda tir, tir titriyorsun… Çünkü ben Allah’la beraberim…”

Safiye BAYAT karşısında şaşkındı silahına ve kalabalık oluşlarına güvenenler:

“ Git be kadın… Git buradan…”

Safiye BAYAT için o gece,  yalnızlıktan aldığı gücü ispat etme vaktiydi; oya gibi fıtratına işlenmiş kaderi yaşamalıydı. Tarihten kalma o milli şuuru cesarete tahvil etme zamanı gelmişti artık.

“ Siz burada ne yapıyorsunuz… Benim köprümü kapatamazsınız…”

Yalnızlık kalabalıktan, iman silahtan güçlüdür…

O GECE… ÖLMEK İÇİN GÜZEL BİR GÜNDÜ… Böyle diyordu ölenlerden birisi de…

Ölenlerin ömrü uzadı o gece, kalanların aklı başına geldi benim gibi ve birkaç satır yazmayı akıl ettik ölenleri hatırlamak ve hatırlatmak adına.

O GECE… ÖLMEK İÇİN GÜZEL BİR GÜNDÜ…

Mehmet GÜLŞEN, Hakan GÜLŞEN ve Lütfi GÜLŞEN’ in ömürleri uzadı o gece ve mahşere kadar yaşayacaklar.

Senin çağrına uyarak 15 Temmuz gecesi ömrü uzayanlardan olmadık ‘Uzun Adam…’ ama yalnızlığın fısıltısını kalbimizde duyduk, o fısıltıdaki sır gönlümüze sızdı ve erdik sır içinde saklanan sırlara.

Bu yazı serisinin son cümlesi şu olsun…

“ ŞEHİTLER CAN VERİRKEN ÖLÜM TESELLİ EDERLER…”

“ ŞEHİTLER VERDİKLERİ CANI, CANIM DEDİKLERİNE EMANET EDERLER…”

Bir gecede, asırları içinde barındıran bir tarihi yaşayan ve yazan TÜRK MİLLETİ, kaderin üzerindeki kaderi görmüş, yalnızlığın sukutunda saklanan sırlara ermiştir.

Umarım gördüğümüz kaderi unutmaz, erdiğimiz sırları kalabalıklara ifşa etmeyiz. Saygılarımla… 21 Eylül 2016

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26