banner94

İ N S A N S I Z H A Y A T …

“ Bu yazdıklarım hayal ürünüdür; hakikatin gölgesinde bulduğum…”

İ N S A N S I Z H A Y A T …

“ Bu yazdıklarım hayal ürünüdür; hakikatin gölgesinde bulduğum…”

uğur demirbaş
uğur demirbaş
22 Aralık 2014 Pazartesi 23:03
627 Okunma
İ N S A N S I Z     H A Y A T …

İ N S A N S I Z     H A Y A T …
                                        “Birinci Bölüm”

“ Bu yazdıklarım hayal ürünüdür; hakikatin gölgesinde bulduğum…”

Koyu, koyu olduğu kadar derin, derin olduğu kadar insan ruhuna ferahlık veren, samimiyetin huzurunu yayan bir sohbetin tam ortasındayız; garsonun önümüze koyduğu çaylar kendisini sohbete kaptırmış soğumak üzere…
Soğumak mı dedim,siz bakmayın böyle dediğime; çay, sohbeti soğutmamak için direniyor akıp giden zamana. Bu daha doğru bir ifade…
Çay deyip geçmemek lazım, nasıl çaysız sohbet olmuyor veya tutmuyorsa; çayda sohbet arıyor kendi deminde, kendi sıcaklığında, kendi rengi ve lezzetinde. Eğer sohbet aradığı gibiyse, sohbeti soğutmamak için kolay, kolay soğumuyor. Japon kültüründeki çay içme seremonisi boşa değil demek ki.

Başucumuzda bir gölge beliriyor o sıra, geçip gideceğini sanıyoruz ama o duruyor. Hemen başımızı kaldırıp bakamıyoruz, oturduğumuz küçük taburelerinçok alçak oluşu buna mani; başımızda dikilen gölgeye bakmakta bu yüzden biraz gecikiyoruz. Ne yalan söyleyeyim biraz da sohbetin koyuluğuna dalmışız, kaybolup gitmişizo derinlikte.

Oturduğumuz yer adeta sokak ortası, kaldırımın kıyısında bir yer. Önümüzden akıp giden insan seli ilgisiz, dönüp bakan bile yok, alışık bir durum anlaşılan. Sokakla iç içe olmak güzel ama kaldırımın kenarında olmak, gelip geçene, hele bayanlara bakmak veya bakar vaziyette olmak hoş değil. Bu konuda kulağıma çalınan şikâyetler yok değil; ama oturduk bir kere.
Çay ocağının içinde de oturacak yerler var ama beni masalarına davet eden dostlar nedense dışarı oturmuş. Sonbaharın tadını çıkarmak istemişler besbelli.

Öyle ahım şahım bir mekân değil anlayacağınız;hepi topu iki sehpa var ortalıkta. Sehpaların etrafına küçük tahta tabureler konulmuş; sehpanın birinde biz varız, diğeri boş.

Başucumuzda dikilen gölge ikindi güneşini arkasın almış, öylece duruyor; göz seçmekte zorlansa da, şükür şimdilik görme sorunum yok,diğerlerini bilmem ama ben hemen tanıyorum geleni. Yanında kuyruğunu büyük bir keyifle sallayan açık kahverengi bir köpek; bakımlı ve tertemiz… Tasmasının uçunu bileğine dolamış gelen arkadaş; bu hem tedbir, hem köpeğe verilen önem.

Selam vermesini beklemeden oturduğum tabureden doğrulmaya çalışıyorum, taburenin çok alçak oluşu belimi zorluyor, birden kalkamıyorum. O ise kayıtsız gözlerle bakıyor bize, daha doğrusu bana.

“Nasılsın, ne yapıyorsun, hiç görünmüyorsun…” gibi peş peşe sıraladığı sorularla şahsıma karşı duyduğu ilgiyi, sonra hayatındaki yerimi dile getirmeye çalışıyor tepemizdeki gölge. Doğrulmamı bitirememiş ki cevap yetiştireyim; sorular havada asılı kalıyor bir müddet.

Beni masalarına davet edenlerden daha genç olanı atik çıkıyor; benden önce doğruluyor ve tokalaşıyor gelen misafirle: Buyur ediyor masaya…

Bu ara bende kalkıyorum, tokalaşıyoruz dostça; oturmasını işaret ederken de cevap veriyorum sorularına: “Buralardayım, nereye gidebilirim ki…”

Bakışlarında yakaladığım tereddüt sürüyor; oturmak istemiyor ama gitmekte de ısrarcı değil. “Hele otur, asıl sen görünmüyorsun, çekildin kabuğuna, sesin soluğun çıkmıyor.” Diyorum ama sözlerim biraz abartılı, öyle topluma nüfuz etmiş, benimde her gün yokluğunu hissettiğim biri değil.

Söz temelsiz olursa ağızdan biraz gevşek çıkıyor; ağzımdan çıkana bende inanmıyorum ama çıktı bir kere.
“Rahatsız olmayın” diyerek çöküyor yol tarafındaki boş tabureye yeni gelen. O ara bende kalktığım gibi ağırdan yerime ilişiyorum. Genç olan yine atik davranıyor, çay söylüyor hürmete dayalı bir aceleyle.

Masadaki üçüncü kişi ne yapıyor; o uzun zamandır Kızılcahamam’dan uzak kalmış, emekli olduktan sonra hasret gidermek için bir iki günlüğüne gelmiş orta yaşlı üst düzey bir bürokrat. Hala üzerinde memuriyetten kalma o ağırlık ve donukluk var; resmi görevini sonlandırmış olsa da atamamış, atacak gibide görünmüyor doğrusu.

Geleni hiç tanımıyor yeni emekli olmuş bürokrat, beni internet sitelerindeki fotoğraf ve yazılarımdan tanıyor ve yüzüme aşina. En genç olanımızla da geçmişe dayalı bir tanışıklığı varmış; aynı mahallede büyümüşler. Beni masalarına davet etmeden önce tesadüfen karşılaşmışlar, hasret gidermişler; eski anılara dair sohbetleri başlamış, benim katılımla koyulaşmış, birazdaha derinlik kazanmış dediklerine göre.

Bu iki arkadaştan daha yaşlı olsam da, benimde aynı mahallede birkaç senem geçti, anılarım var kendi çapımda. Sohbete balıklama dalışım, koyulaştırmam ve derinlik kazandırmam da bu yüzden. Açıklamakta yarar var.

Garson eli çabuk biri, hemen getiriyor buğusu üzerindeki çayı. Getirdiğibardağıson gelenin önüne koyarken, bizde son yudumları çekiyoruz soğumak üzere olan ama sohbete katıldığı için soğumamakta direnen çaylarımızdan. Aynı anda boşalan bardakları bir hamlede alıveriyor; zamanında iş görmek kadar, kıvrak ve eli çabuk olmakta çok önemli; garson böyle biri…
Yeni gelenin o iri koyu kara gözleri üzerimde; sorgulaması yok, öylesine bakıyor. “Hiç uğramıyorsun yanıma” diye söyleniyor çayından bir yudum çektikten sonra. O güne kadar hiç uğramadım ki yanına: Niye böyle söylüyor. “Yerin uzak, belki ondandır” demek geçse de aklımdan, dilim varmıyor bir türlü, nedense isteksizim.

“Dünya ile Güneş arasındaki ilişki gibidir benim dostluğum, bazen uzaklaşırım havalar soğur, kış gelir. Bazen yaklaşır ısınır ortam, yaz gelir. Bakma sen bana.” Bir parça düşündükten sonra söylüyorum bunları; karşılıksız kalmasın sözleri.
“Felsefe yapıyorsun yine…” tuhaf bir gülümseyiş yayılıyor yüzüne. Sonra ilave ediyor: “Ben koptum herkesten…” yanında kıvrılmış yatan köpeğine bakıyor sevgi ve şefkatle “…bana bunun dostluğu yetiyor.”

“Köpeğin dostluğu sana yetiniyorsa neden beni bekliyorsun…” diyeceğim ama tutuyorum kendim; her zamanki gibi yine bir tatsızlık çıkarmayayım konuk olduğum masada. “Köpekle insan arasında fark var; dostluk insanla yaşanır” demekten de kendimi alamıyorum. Çayından kibarca bir yudum daha içiyor yeni gelen, diğer iki kişiyi süzüyor bir müddet. Yardım bekler havası yok ama destekleyeceklerinde emin: “İnsanlar nankör, insanlar kalleş, insanlar ikiyüzlü… Ne dostluğu Nizamettin Bey…” köpeğin başını okşuyor sevecen ve dostça.

“Bu vefalı, bu sadık, bunda kalleşlik yok.” Sözlerinin doğruluğuna inanmış, kararlı bir ifadeyi yüzüne yerleştiriveriyor bunları söylerken.O yalancı gülümseyiş toz duman…
Biraz beklemekte yarar var, belki onaylayan veya karşı görüş ortaya atan olur ama yok; kimseden çıt çıkmıyor. En gencimiz bunaldığı için mi, yoksa sohbeti uzatmak için mi bilinmez, başparmağını avuç içine alarak Çay Ocağının camekânından dışarıya bakmakta olan garsona: “Çay…” diye sesleniyor. İma ve işaret dört çay…

Yeni gelen henüz önündeki çayı bitirmediği halde söylüyor çayları. Ağız dolusu bir yudum alınca onun bardağı da boşalıveriyor; söylenen çayaitiraz eder diye bekliyorum, beklentimi boşa çıkarıyor köpek dostu arkadaş. Madem köpek dosttun, çayı söyleyen de o olsa ya…

Konuyu değiştirmek istiyor genç olanımız: “Yazılarını okuyorum ağabey, çokta hoşuma gidiyor.” Beğenilmek kimin hoşuna gitmez, içim ılıyor birden. Biraz aşağıdan alarak söze başlamak yükselme istemidir; bende yaparım arada bir. “Karalıyoruz bir şeyler; aklımıza ne gelirse… Dişe dokunur değil ama dostlar alışverişte görsün.”

“Olsun” diyor “ Aklımdan geçenşeyleri senin yazılarında okuyorum; ne yalan söyleyeyim hoşuma gidiyor, anlamlı buluyorum.”
Kabiliyetin onurlu sıcaklığı yüreğime yayılıyor; kabiliyet bana ait değil ama geliştiren benim. Bu gerçeğin idrakiyle o sıcaklığı kararında tutmaya çalışıyorum.Kirmir Çayını işaret ediyorum genç arkadaşa “Bu çayda balık fazla büyümez, kafanda büyütme beni.”

Dört çay bardağını koyduğu küçük metal tepsiyle garson imdada yetişiyor. El çabukluğu ile çay bardaklarını sehpaya dağıtışındaki kıvraklıkbir kez daha takılıyor dikkatime. Demek ki varmış Kızılcahamam’ da böyle garson; hem de çay ocağında. Yaptığı işi benimseyen, önemli bulan ve titizlikle yerine getiren.

Yeni gelenin dudaklarına yine o yalancı tebessüm yayılıyor, bu kezhafif bir istihzada karışmış; gizlemeye çalışsa da fark ediyorum.

“Boşa uğraşıyorsun, kimseye yaranamazsın bu devirde, herkes menfaatçi olmuş, herkes ikiyüzlü, kalleş ve nankör…” Köpeğinin ikindi güneşinde parlayan açık kahverengi tüylerini okşuyor bunları söylerken. Durup, durup aynı kapıyı çalmasına içerliyorum; kafa yapısını bildiğim halde ateş basıyor her yanımı.

Hani öyle tepemden de kaynar sular dökülmüyor, her zaman yaşadığım hafif şiddette deprem gerçekleşiyor sadece. Kırılan fay hatlarından termal sular fışkırıyor, hafif yakıcı ama şifa verici de.

O iri koyu kara gözlere bakıyorum ne var ne yok kabilinden; uzayın sonsuzluğu kadar boş ve anlamsız görünüyor.
“Yıllar önce Niyazi Başçavuş diye takdim edilen emekli bir Astsubayla tanıştırılmıştım cezaevinde. Tanıştıranların tek tavsiyesi olmuştu: Tanış ama kaynaşma, tatsız olur dostluğu da,sohbeti de…”

Üzerine alınır diyeboşa korkmuşum; merakla dinler buldum söylediklerimi.
“Devam edecek…”


Son Güncelleme: 22.12.2014 23:11
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
banner89

banner83

banner26