banner94

HÜKÜMDAR VE EŞKIYA… ( 5. Bölüm )

“ Barış korkaktır, naziktir, zayıftır; çabuk kaçar, kolay darılır, hemen kırılır…”

HÜKÜMDAR VE EŞKIYA… ( 5. Bölüm )

“ Barış korkaktır, naziktir, zayıftır; çabuk kaçar, kolay darılır, hemen kırılır…”

uğur demirbaş
uğur demirbaş
22 Kasım 2016 Salı 00:33
627 Okunma
 HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA… ( 5. Bölüm )
 HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA…

                                                ( 5. Bölüm )

 

“ Barış korkaktır, naziktir, zayıftır; çabuk kaçar, kolay darılır, hemen kırılır…”

 

Köy yetkilisi soluk soluğa vardı Nimet Hala’nın yanına, ter içinde kalmıştı. Onu hayatın balkona benzer çıkartmasında, tahta sekide otururken buldu; dalgındı, derin düşünceler içindeydi.

“ Bahçeye kadar gitmiştim, haberi biraz geç aldım…”

Yanına oturmadan önce böyle bir açıklama gereğini duymuştu köy yetkilisi. Ne dalgınlığından sıyrıldı Nimet Hala, nede istifini bozdu; sanki çok uzaklardan geliyordu sesi:

“ Biz bir halt ettik ki sorma gitsin… Biz bir halt ettik ki sorma gitsin…” diye söylendi kımıltısız. Köy yetkilisi şaşırmıştı, bakakaldı yüzüne. Bir müddet sessizce bekledi Nimet Hala; sonra hışımla döndü, kısık mavi gözleri çakmak, çakmaktı.

“ Yahu şu yaralı yabancıyla konuşmadan, kimdir, neyin nesidir; nereden gelip nereye gitmektedir; onu bu hale kim ve ne için getirmiştir; doğru dürüst sormadan, soruşturmadan Hükümdara haber uçurmakta neyin nesi… Ben nasıl akıllıyım, sen nasıl yetkilisin… Yazık bana, yazıklar olsun bize…”

Köy yetkilisi böyle bir çıkışı beklemiyor olacak ki, şaşkınlığının yanına donup kalmışlığı da ekledi; iki gün önce akıl veren Nimet Hala gitmiş, verdiği aklı çiğneyen, parçalayan, savuran bir Nimet Hala çıkıp gelmişti. Durdu, yutkundu, soluk alışı tekrar sıklaştı, soğumaya başlayan teri yeniden sökün etti alnından.

“ Daha sormadınız değil mi nereden geldiğini, kim olduğunu; onu bu hale kimin ve ne için getirmiş olduğunu…” diye tekrar sordu ve sorguladı. Biraz pişmanlık vardı sözlerinde, biraz da kızgınlık.

“ Yok…” diyebildi köy yetkilisi.

“ Düş önüme… Hemen varalım şu adamın yanına, varalım da kimmiş, kimin nesiymiş, nerden gelip nereye gitmekteymiş, onu bu duruma kim ne için getirmiş bir anlayalım… Durma düş önüme…”

Hafiften bükülmüş beline rağmen çevikçe kalktı oturduğu yerden; taş merdivenleri seri adımlarla indi ve misafirhaneye yöneldi, ardından da köy yetkili… Bir yandan da söyleniyordu:

“ Bir halt ettik ki, deli yemez, akıllının önüne konulmaz… Ulak arkasından ulak mı çıkarsak… Haber yolladık, yolladığımız haberi durdurmak için arkasından yeni haber mi yollasak… Ne yapsak, ne etsek… Yazıklar olsun bana… Utanmak lazım.”

Köy yetkilisi ne olup bittiğini tam kavrayamamış olacak ki hala şaşkındı; eli ayağına dolaşmış, Nimet Hala’nın ardından yürüyordu kös, kös... Misafirhaneye girdiklerinde yaralı yabancıyı yatağına uzanmış yatıyor buldular. Gözlerini isli tavan tahtalarına dikmiş düşünüyordu. Kansızlıktan yüzü bezermiş olsa da, esmer biriydi. Kırk yaşında gösteriyordu; saçlarına düşen beyazlar, uzayan sakalına da inmiş, yaşım kırk der gibiydi. Yatakta uzanıyor olmasına rağmen uzun boylu olduğu belliydi. Duruşu ve yüz ifadesi halsiz görünüyordu ama gözlerindeki buyurgan ifade hayli ürkütücü, hele iri kara gözleri derinden ve delici süzüyordu insanı. İnce ve gergin dudakları emredici sözler söylemeye alışıktı sanki.

Nimet Hala hışımla girmişti içeri; adam önce şaşırdı, sonra dirsekleri üzerine gelerek toparlanmaya çalıştı.

“ Geçmiş olsun… Köyümüze de hoş geldin.” Dedi Nimet Hala.

Sesi sert, öfkeli ve kabaca çıkmıştı. Geçip adamın karşısındaki sekiye oturdu celallice; ardından da köy yetkili çöktü usulca.

“ Sağ ol… Tey…” demesine kalmadan.

“ De hele, kimsin, kimlerdensin, nereden gelip nereye gitmektesin… Seni bu hale kim ne için getirdi. Köy çalkalanır oldu, akıllar bulanır oldu, huzur karlı dağlara vurdu kendisini, merak fiskos zelzelesine tutuldu sallanıp durmakta… De hele, anlat bir yol… Kimsin, kimlerdensin, nerden gelip nereye gitmektesin. Dursun bu merak, geldiği yere dönsün her şüphe…”

Adam biraz daha zorladı kendisini ve doğruldu; mahcup ama onurluca süzdü önce Nimet Hala’yı, sonra köy yetkilisini. Haklısınız der gibi başını salladı ve üzgün bir sesle.

“ Teyzem, ak saçına kurban olduğum nedir bu telaş, nedir bu kuşku… Bende sizin gibi bir insanım, hem de yaralı bir insanım. Adım Malik’tir, Kara Malik olarak bilinirim. KARAKAMIŞLI ülkesini duydunuz mu; duymuşsundur… O ülkenin kara bahtlı Hükümdarının oğluyum.”

Bu defa şaşırma sırası Nimet Hala ile köy yetkilisine gelmişti; ‘ Ya…’ dedi ikisi bir ağızdan. KARAKAMIŞLI ülkesi, başı karlı ve dumanlı dağların, sarp ve geçit vermez yamaçların ardındaydı; giden gelemez, gelen de gitmek istemezdi. Öylesine uzak ve öylesine zordu gidip gelmesi; yalnız bu mu, kavganın dövüşün eksik olmadığı, eşkıyanın kol gezdiği, vuranın vurulduğu, soyanın soyulduğu düzensiz, karışık, dolaşık bir ülkeydi KARAKAMIŞLI.

“ Babam yeni bir düzen kurmak istedi; yaşı hayli ilerlediği içinde bu görevi bana verdi. Bu ülkeyi bir düzene sok, vuranı soyanı durdur; eşkıyayı indir dağlardan, köy basan, yol kesen kalmasın… Haydutları yakala, soyguncuyu ıslah et… Yollar emin olsun, köylere huzur gelsin, güven sarsın her bir yeri, barış içinde yaşasın insanlar dedi. Sonra emir verdi ferman buyurdu; ya gelin kendiniz teslim olun, ya oğlum Malik orduyla gelecek ve zorla getirecek hepinizi…”

Kara Malik’in nefesi daralmıştı, işaretle hizmetkârdan sus istedi. Odanın en dip ve en kuytu köşesine sinmiş bekleyen hizmetkâr fırlayıp getirdi suyu. Kara Malik suyu yudumladı, kuruyan boğazını temizledi ve sözlerine Nimet Hala ile köy yetkilisinin merak dolu bakışlarını görmemezlikten gelerek devam etti.

“ Düzenli bir ordumuz yoktu, ben yeni ve düzenli bir ordu kurmaya uğraşırken, Hükümdarımızın fermanı okundu köylerde kasabalarda, dağlarda tepelerde; lakin umursayan olmadı. Sonra çağrıda bulunduk, teslim olan af edilecek, kılına zarar verilmeyecek diye. Birkaç kişinin haricinde ne dağdan inen oldu, ne yol kesen gelip teslim oldu. Daha sonraları kelle başına ödül koyduk; kellesinden korkan oldu da, kelle getiren olmadı. Ne yaptıysak boşa çıktı, bende bu arada orduyu düzene sokmak için var gücümle uğraşıp durdum. Ama ne zaman vardı yeterince, ne adam vardı düzene girecek. Yinede bir parça çekidüzen verir gibi oldum; yaz başında eşkıya, haydut ve soyguncu avına çıktık; keşke çıkmaz olaydık.”

“ Neden…” diye atıldı köy yetkilisi.

“ Düzensiz ordu eşkıyadan betermiş; öğrendim ama çok geç, işte bu hale geldim. Eşkıyayı arar bulursun, az bucuk tahmin eder ve bilirsin. Dikkatli olur, tedbiri elden bırakmazsan karşına çıkar görürsün. Ya korkaklar, hep yanındadır, sıkıştı mı kaçarlar… Korkaklar kaçar da ödlekler durur mu; bir anda toz olup uçarlar. Hele ordu içinde gözünü mal mülk hırsı bürümüş hainler varsa; onlar zamanını kollar, hıyanetlerini ansızın kusarlar. Çıkmaz olaydık demem bu yüzden… Günlerce dağ tepe, köy kasaba eşkıya aradık, haydut kovaladık, soyguncu izi sürdük; gecemiz gündüz oldu, gündüzler yorgunluğumuz. İlk heyecan geçip, zorluk gelip çatınca, eşkıyanın, haydudun, soyguncunun yeri belli olup, soluklarını duyulunca ne oldu; olanlar işte o zaman oldu. Nereden bileyim, korkakların yavaşça arkalara düşeceğini, ödleklerin kıyı köşe fırsat kollayacağını, hainlerse zamanını kollayıp hıyanetlerini kusacaklarını. Ülkenizle, KARAKAMIŞLI’  ayıran şu GİDENGELMEZ dağlarının eteklerinde BAŞIBOZUK adlı eşkıyası ile onun katil sürüsünün barındığını öğrendik, yürüdük üzerlerine. Vuruşmaya başladık, ok yağmur gibi yağdı, kılıçlardan şimşekler çaktı, kol koptu, kelle uçtu… Tam bu sırada gördük ki, korkaklar çoktan kaçmış, ödlekler durur mu, onlarda sıvışmış. O sadık görünümlü hainlerse zamanın ne getireceğini beklerlermiş. Öyle bir savaşa girişmiştik ki, o eşkıya, o haydut ve o katil sürüsünü bozguna uğratmamız an meselesiydi. BAŞIBOZUK adıyla ünlenmiş eşkıya akıllı biri olmalı; kaybedeceğini anlayınca, bir yandan vuruşmuş, bir yandan da benim tarafıma geçene altın dağıtacağım diye yaygara koparmış; işte olanlar o an oldu. Bin kişilik ordumun yarısından fazlası karşı tarafa geçti ve bozguna uğradık. Bir mızrak omzumu deldi, sadık adamlarımı bir, bir kaybetmeye başladım. O sıra en sadık dostum Hüdaverdi:

 

“ Komutanım, bari siz canınızı kurtarın, gidişat çok kötü… GİDENGELMEZ dağını çok kişi bilmez, bilenlerde korkudan giremez. Uçan kuş bile yolunu zor bulurmuş bu dağda. Sürün atınızı bu dağa, hiç olmazsa siz canınızı kurtarın bu eşkıya, bu katil sürüsünden…” dedi ve vurdu atımın kıçına…

Yaram derindi, acım büyüktü ama asıl canımı yakan ordumdaki hainlerin üç beş altın için taraf değiştirmesiydi. Asıl yaram omzumda değil yüreğimdeydi artık; sadık adamlarımı kaderlerine terk etmek yüreğime oturmuştu. Atım YİĞİT akıllıdır; Hüdaverdi’nin dediğini anlamış gibi vurdu kendisini dağlara, yalçın kayaları aştı, sarp yamaçları geçti. Hele gün ışığının bile zorlukla girdiği o sık ormanların içinde nasıl yol buldu bilmiyorum. Bazen yarı baygındım, bazen üzerinde acıdan kıvrandım. Nasıl oldu tam bilmiyorum sımsıkı tutundum boynuna, önce Allah’a güvendim, sonra atıma… Bunları yaşamaya başladığımda öğle sonuydu, sonra akşam oldu, hava karardı. Atım durmadan yol aldı, baykuşlar öttü, kurtlar uludu ama o hep yol aldı. Gün ışıdığında küçük bir alanda durdu, küçük bir dere akıyordu su içti, dinlendi biraz. Ben sırtından inemedim, heybemde su kırbası vardı, zor zahmet çekip aldım ve kana, kana su içtim, doğan günü acılar sızılar içinde karşıladım. Atım tekrar yola düştü, taşlık, kayalık, sarp yamaçlar ve orman… Yine yarı baygın, yine acılar ve sızılar içinde bir yolculuk, zaman nasıl geçti, ben nasıl olup da düşmedim bilmiyorum; gün batmak üzereydi atım tekrar durdu. Gözümü açtığımda bir çeşme başındaydık, baktım su içiyor… Çeşme varsa orada insan vardır diye düşündüm, umutlandım ister istemez. Kırbamdaki son suyu içtim ama o kadar gücüm tükenmiş ki, kırbamı elimden düşürdüm. Sonrası malum, köyünüz fazla uzak değilmiş…”

Nimet Hala köy yetkilisine baktı, köy yetkilisi sus pus olmuştu kaçırdı gözlerini; bir hafta olmuştu yabancı köylerine geleli, gerçeği öğreneli üç beş dakika… Vay ki, vay hallerine…

GÜLERYÜZ’ de bunlar yaşana dursun; ulakta HÖŞGÖRÜ kasabasında da bir gece geçirmiş ve yorgun argın ulaşmıştı ŞEHRİHUZUR’ a. Onun söyleyişiyle; payitahta… Hükümdarın huzuruna çıkmak için önce sıraya girdi, sonra bekleme odasına. Odanın halı serili sedirinde beklerken, ne söyleyeceğini, söze nasıl gireceğini hesaplıyor, sıraya koyuyordu. Beğenmediği cümleleri düzeltiyor ama bir türlü doğru kelimelerle, düzgün ve anlaşılır bir cümle kurup yerleştiremiyordu zihnine. Heyecan içinde, eli ayağı bir birine dolaşmış bir an önce bu işkencenin bitmesi için dua ediyordu bir yandan da.

Oysa köy yetkilisi ile iki kere çıkmışlardı Hükümdarın huzuruna, lakin getirdiği haberleri sunan, sorunları sıralayan hep köy yetkilisi olmuştu; kendisi gayet rahat bakınıp durmuştu etrafına… Etrafında da öyle ahım şahım bir şeyde yoktu, sıradan basit bir taht, yerde renkleri soluk birkaç halı, duvarlarda silik birkaç süsleme… Tahtın sağ yanında vezir, diğer yanında ortalığı kontrol eden bir görevli ile iki de kâtip; hepsi bu… (Devam edecek)

Son Güncelleme: 23.11.2016 08:44
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
banner89

banner83

banner26