banner94

“ Benim kaderimde canıma kıymak var, senin kaderinde canından olmak…”

 

Oldum olası sevmezdi SIRIK MEMET’ i, o uzun boyu, hele uzun boynuyla insanlara tepeden bakması yok mu; güleceği tutardı SIRTUTAN’ ın. Bir yandan da nedensiz bir öfkenin fitilini ateşlerdi onun bu hali. Ya hemen ayrılırdı onun bulunduğu yerden, ya da bir yolunu bulur bir iki laf sokuşturur, bozmaya çalışırdı SIRIK MEMET’ i. Bir türlü BAŞIBOZUK’ a da akıl erdiremezdi, akraba diye sever, korur ve kollardı onu; hep arka çıkardı.

Gecenin serinliği iyiden iyiye çökmüştü, ellerini uzattı yanan ateşe, ovuşturdu üşüyen parmaklarını. Havalar gibi hatıralarda serinliyordu zamanla; lakin unutulmuyordu bir türlü. Gözünde canlanıverdi o gün… Uzun bacaklarını leylek gibi açarak, boynunu uzatarak, iki yanına salınarak, birazda çalım satarak gelmişti ÇERCİÇİ CEMİL’ in özenle açtığı sergisinin başına SIRIK MEMET.

İnsan, bir hoşlandığına bakar sevgiyle, birde hiç hoşlanmadığına bakar nefretle; hoşlandığı üzerinde fazla tutmaz bakışlarını, belli etmek istemez sevgisini ama bir türlü çekip alamaz gözlerini hoşlanmadığının üzerinden, nefreti yapışır kalır. Her yaptığı iğne gibi batar gözüne, her sözü tokat gibi çarpar yüzüne. Nefret mıknatıs gibidir, edenin tüm dikkatini edilen üzerinde toplar; koyuvermez kolay, kolay.

Yine öyle olmuştu; boynunu uzatarak etrafı seyredişi, sergi başında toplanan insanların tepesinden başını uzatarak bakışı, hele üzerine hiç yakışamayan yeni elbisesi ve iki de bir kendisine çeki düzen verişi öylesine gücüne gitmişti ki;

‘ Nereden çıktı bu sırık’ dedirtmişti SIRTUTAN’ a.

SIRIK MEMET sergiye bakarken bir yandan da yanındakilere bir şeyler soruyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Konuştuğu herkes olumsuz cevap veriyor olmaydı ki, bilmiyorum manasında omuz çekiyor, bilmiyorum manasında kafa sallıyorlardı. Adım, adım SIRTUTAN’ a yanaşmıştı, göz göze geldiklerinde gülümsemişti SIRIK MEMET; selam vermişti usulca.

Bir müddet konuşmadan beklemişlerdi; SIRTUTAN yanan ateşin alevleri gibi içinin yandığını hatırlıyordu. ‘Aptala malum olur’ dedikleri bu olsa gerek diye iç geçirdi. Ah malum olan keşke bilinen de olsaydı, ÇERCİÇİ CEMİL’ in sergisine bakmak yerine SIRIK MEMET’ in o uzun boynunu o an koparsaydım diye bir kere daha geçirdi içinden, hayıflandı geçen onca zamana rağmen.

“ CİNSALİ’ yi gördün mü?” diye sormuştu ölü balık bakışlı gözlerini süzerek.

“ Ben nereden bileyim, senin arkadaşın.” Diye karşılık vermişti SIRTUTAN.

“ Sabahtan evlerine uğramıştım, buluşup ava çıkacaktık ama gelmedi, görünürde de yok. Cins ya bu; akla hayale gelmeyecek şeyler de söylemişti, merak ettiğim için arıyorum. Evden çıkmış, soruyorum hiç kimse de görmemiş. Yahu öyle olmadık, başını belaya sokacak şeyler söyledi ki sorma, gerçekten cins bu Ali… Şuna bir bakayım…”

“ Adı üzerine CİNSALİ bu, hangi cinsliği tuttu kim bilir…” derken, SIRIK MEMET’ in kasıtlı olarak bazı şeyleri sayıp döktüğünü de sezmişti SIRTUTAN. “ Akla gelmedik şeyler söyledi diyorsun, de hele neymiş bu akla gelmedik şeyler. Ne yapacakmış da başını belaya sokacakmış, yine bir cinsliğin peşinde olmasın…” diye sormuştu ister istemez.

“ Aman sende… Bilmez misin CİNSALİ’ yi, sabah, sabah cinsliği tuttu yine, abuk sabuk şeyler söyledi. Sonra; ‘ Şaka yaptım lan sırık…’ dedi. Ne yalan söyleyeyim dedikleri de pek şakaya gelir cinsten değildi. Yapma etme dedim, inşallah dinler…”

“ Git başımdan SIRIK MEMET, nerede bıraktıysan orada ara CİNSALİ’ yi… Görmedim, görmekte istemem yüzünü. Bana kalırsa onun değil senin bir dümenin var, sen arkadaşını boşa yere aramazsın… Bana bulaşmayın…”

“ Sende hep böyle yaparsın, yıldızımız barışmadı bir türlü… Hadi eyvallah.” Diyerek ani bir hareketle uzaklaşmıştı SIRIK MEMET.

Misafirhanenin merdivenlerini ağır adımlarla çıkışını, sundurmalıktaki tahta sekiye oturuşunu tiksintiyle seyretmişti SIRTUTAN. Kendi çekip gitmişti ama içine de bir kurt düşürmüştü; ‘ şunun yanına çıkayım, ne geveliyor bir anlayayım’ diye niyetlenir gibi olmuştu ama nedense vazgeçmişti sonradan. Basiret bağlanması denen şey buydu besbelli… Keşke peşine takılıp gitseymiş, öğrenseymiş ne demek istediğini; olmayınca olmuyordu işte. O zaman ne BAŞIBOZUK dağlara çıkardı, nede kendisi onun peşine düşer eşkıya olup çıkardı böyle. Heder olup gitmezdi bunca yıl…

SIRIK MEMET’ in anası Ayşe Hanım ekmeği pişirip, saçı aceleyle ocaktan kaldırdıktan sonra SIRIK MEMET’ in odasının kapısını açtı; sekiye serili ıslak giysilere baktı bir müddet, odayı kokladı. Çamur, balık ve yosun kokusu çalındı burnuna ama aklına bir şey gelmedi; doğru söylemişti sırık oğlu.

Üzerine bulaşmış unları çırpıp dışarı çıkmadan önce, çeki düzen verdi kendisine. Duydukları doğru olabilirdi, Zehra’ yı görmek ve durumu öğrenmek için telaşla çıktı evinden.

Pek uzak sayılmazdı Zehra’ların evi, bir koşuda vardı ve çaldı kapının tokmağını.

“ Kim o…” dedi içerdeki kadın sesi.

“ Kabul edersen misafir Sultan Hatun…”

“ Misafir baş tacı, buyurun…”

Tahta kapı sarsılarak açıldı, Sırma Hatun karşısındaydı; kaşları hafiften çatıktı ama yüzünde de mutlu olmuş bir ifade vardı.

“ Sen misin Ayşe Hanım, buyur hele… Hoş geldin, sefalar getirdin.”

“ Fazla durmayacağım, ekmeği yeni pişirdim, ocağa yemek koyacaktım ama bir koşu geliverdim. Yalan mı, doğru mu bilemem; duyduklarımı duyurmadan da edemem.”

“ Hayırdır, hele bir soluk içeri gir, ayaküstü konuşmak iyi sayılmaz.”

Odaya geçtiler, Ayşe Hanım hemen söze girmek istiyordu; acele eden ecele gider derlerdi ama geç kalanda olacağı olduktan sonra seyrederdi.

“ Olan oldu, biten bitti; biz yakın akrabayız Sırma Hatun… Erkekler dövüşürde, barışırda…” Soluklandı bir müddet, Ayşe Hanımın yüzüne baktı kaygılı gözlerle.

“ Çileyi, meşakkati biz kadınlar çekeriz ama kabakta bizim başımıza patlar, hep suçlanan biz oluruz. Lafı uzatmadan önce şunu sorayım; Zehra nerede…”

Bu soru taş gibi düşmüştü odanın ortasına, Ayşe Hanım bir anda allak bullak olmuştu, yüzü bembeyaz kesilmiş, eli ayağı birbirine dolaşmıştı.

“ Zehra’ ya bir şey mi oldu, başına bir şey mi geldi…  Allah aşkına saklama… Sen Zehra’ yı durup dururken sormazsın… De hele ne oldu Zehra’ya…”

“ Sen önce nerede olduğunu söyle…” diye diretti Ayşe Hanım.

“ Bahçeye elma toplamaya gitmişti… Ne oldu, söyle hele ne oldu…”

“ Yalan mı, doğru mu bilemem ama duyduklarım hayır değil Sırma Hatun…” Yutkundu, durdu, uzanıp ellerinden tuttu Ayşe Hanımın.

“ CİNSALİ kaçıracakmış Zehra’yı, belki de birlikte kaçacaklarmış. İnşallah yalandır, Zehra kızımız bunu yapmaz, hem niye yapsın, sevdiğiyle nişanlandı. Köyümüzün en güzelidir Zehra, hem de en akıllısı… Yalandır, iftiradır ama duydum bir kere, kulağıma çalındı.”

Ayşe Hanım birden ayaklandı, yalın ayak fırlayıp çıkmaya yeltendi odadan; tuttu, sarıldı Sırma Hatun.

“ Dur hele… Hol yok, yumurta yok… Ortalığı velveleye vermeyelim; kimseye belli etmeden usulca çıkalım. Soran olursa, barıştık, elma toplamaya gidiyoruz deriz…  Gidelim bakalım Zehra kızımız bahçede mi? Bahçeyse, yardıma geldik deriz, eğer yoksa duyduklarımız doğrudur, yapacak bir şeyde yoktur. Düzelt şu üstünü başını, giy şu ayakkabılarını ve düş önüme…”

Dışarı çıktıklarında ortalıkta kimse yoktu, herkes ÇERÇİCİ CEMİL’ in başına toplanmıştı. Misafirhanenin önünden sesleri geliyor, çocukların şen şakrak kahkahaları duyuluyordu.

Bahçeye vardıklarında soluk soluğa kalmışlardı, güya acele etmemişler, iki akraba güle oynaya gelmişti buraya kadar. Bahçenin tahta kapısını ardına kadar açık buldular, Sırma Hatun hışımla daldı bahçeye. Elma ağaçlarından dökülen çürük elmalar küme haline getirilmiş, yığılmıştı bir kenara. Zehra’nın evden alıp çıktığı çuvalda bir ağacın altında duruyordu ama kendisi yoktu. Sırma Hatun çuvalı bir hamlede tuttu ve bağrına bastırdı:

“ Zehram ne yaptın… Sen bana ne yaptın Zehram…”

Aynı anda öyle farklı şeyler yaşanır ki; aslında yaşananlar farklı değildir, ağızdan çıkan kelimeler farklıdır.

Sırma Hatun elma bahçesinde feryat ederken, CİNSALİ’ nin sürükleyerek götürdüğü mağarada Zehra’ da farklı kelimelerle aynı feryadı koparıyordu.

“ Anam, benim garip anam… Hem bana ettiler, hem sana ettiler bu zulmü anam…”

“ Sus…” dedi CİNSALİ “ Bu dağ başında sesini ancak kurt kuş duyar, boş yere tüketme nefesini. Olan oldu bir kere, geri dönüşü yok bu yolun…”

“ Anam…” dedi tekrar Zehra… “ Olan anama oldu, ne babama laf anlatabilir, ne ağabeyime… Olan anama oldu, bakamaz kimsenin yüzüne.”

CİNSALİ kendi içindeki çözülmelerin önüne geçmek ve dirayetini sürdürmek istiyordu. Çıktıkları yolun dönülmez olduğu gerçeğine önce kendisine, sonra Zehra’ ya inandırmak için.

“ Ne desek boş Zehra, olmamalıydı oldu; yapmamalıydık yaptık… Hadi köye dönelim desek vakit neredeyse öğle oldu; köye varıncaya kadar ikindi olur. Neredeydiniz sorusuna ne sen cevap verebilirsin nede ben. Dur bakalım kader bizi nereye sürükleyecek…”

“ Sen ne kaderinden söz ediyorsun…” diye tersledi Zehra. “ Benim kaderimde canıma kıymak var, sizin kaderinizde canınızdan olmak. Dönülmez dediğin yol bu; ne babam sağ koyar sizi, ne ağabeyim… Ya akşam olmadan gider anlatırsın olup biteni, babam gelir alır beni… Ya ben bildiğimi yaparım…”

“ Bildiğin ne… Ne yapacaksın…”

“ Canıma kıyacağım…”

“ Nasıl…”

“ Bulurum bir yol…”

CİNSALİ’ nin gözü gün ışığının huzmeler halinde düştüğü mağara kapısına kaydı. Biraz ilerisi dipsiz uçurum… Panikledi bir an, belli etmeden Zehra’ya yaklaştı; niyeti tekrar ayaklarını bağlamaktı. Fark etti bunu Zehra.

“ Korkma…” dedi ateşler içinde yanan bakışlarıyla. “ Her şeyi anama, babama, ağabeyime ve nişanlıma anlatmadan canıma falan kıymam. Bana inanırlarsa amenna, inanmazlarsa düşünürüm.”

“ Ateş yakacağım, giysilerim yaş, üşümeye başladım…” dedi CİNSALİ bozuntuya vermeden, Zehra’nın hemen arkasındaki odunlara yöneldi. Avcılar korunaklı mağaralara böyle odun koyarlardı, üşüdüklerinde ısınmak, acıktıklarında karınlarını doyurmak için. Kuru odunlar çabuk tutuşurdu, bir kucak alıp getirdi dip taraftan. Biraz uğraştıktan sonra kavlı çakmakla ateşi yakmayı başardı. Zehra alev saçan bakışlarıyla onu seyrediyordu.

“ Sakın soyunayım falan deme, giysilerini üzerinde kurut…” dedi ateş yandıktan sonra. Cevap vermedi CİNSALİ, zaten öyle yapacaktı.

Yanan ateşin dumanı mağara ağzına yönelmeden önce şöyle bir dolaştı etrafı. Zehra öksürmeye başladı, sonra CİNSALİ, genizleri yanmış, gözleri sulanmıştı.

“ Kimin aklı bu…” diye sordu, duman dağıldıktan sonra Zehra. “ Senin aklın olamaz, olsaydı nişanlanmadan önce yanaşırdın.”

“ Niye nişanlanmadan önce yanaşacakmışım…”

“ O zamanlar da dolanıyordun arkamdan da ondan…”

Dondu kaldı CİNSALİ, ne diyeceğini şaşırdı. Demek ki, Zehra biliyormuş ona yanık olduğunu; Zehra ondaki şaşkınlığı fark etti.

“ Boşa cins dememişler sana… Bekârken talip olacağın kızı, nişanlıyken kaçırıyorsun ama bu senin aklın olamaz. Bunu o sırık MEMET düşünmüştür, seni içinden çıkamayacağın böyle bir oyuna düşürmüştür; bilesin bunu…”

CİNSALİ’ nin beyni uğulduyordu, ne demek istiyordu Zehra; ‘Bekârken talip olacağın kızı, nişanlıyken kaçırıyorsun’ derken. Aman Allah, yoksa Zehra’ nın gönlü de var mıydı kendisinde. Vay ki, vay…

CİNSALİ üstünü başını kuruttu akşama kadar, Zehra kimi zaman söylendi, kimi zaman ağladı, gözyaşı döktü. Hava kararmaya başlayınca ateşe daha çok odun attı CİNSALİ. Hava kararıp karanlık çökünce sustular ve beklemeye başladılar. SIRIK MEMET ne zaman gelecek… Zehra uyumadı, CİNSALİ uyuyamadı.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Zehra’ nın yüreği biraz soğumuş, CİNSALİ’ nin aklı durmuş, yüreğine korkular düşmüş, şüpheler sarmıştı.

“ Sen oyuna geldi CİNSALİ…” dedi ağlamaktan ve açlıktan kısılmış sesiyle Zehra. “ Sen oyuna geldin CİNSALİ, benim namusumla, senin hayatımla oynadı SIRIK MEMET… Plan kurdu, tarla yüzünden bizden hıncını alıyor. Seni Cellât yaptı SIRIK MEMET, beni de kurban; asıl kurban da sensin. Ben sana demedim mi, hemen köye dönelim, hiç kimse hiçbir şeyin farkına varmadan kapansın gitsin bu mesele. Yemin etmedim mi ağzımı açmayacağım diye… Hadi vakit geçirmeden köye dönelim ve anlatalım her şeyi. Yemin ediyorum senin hakkında tek kötü söz etmeyeceğim.”

“ Şunu sorayım” dedi CİNSALİ, yüzü düşmüş, utanç gözlerinde bakış olmuş ve perişan bir halde. “ Senin bende gönlün var mıydı?”

Omuz silkti Zehra, gülümsemeye çalıştı acı, acı.

“ Önce neden Ali adın CİNSALİ’ çıktı bunu bir düşün, sonra benim gönlümü sorgula…” Biraz üzerine gitmek, onu köye dönmeye ikna etmek, hatta zorlamak istiyordu. “ Neyin eksik, sırıkta boy var sende güzellik… Bakan bir daha bakar ama hep cinstin, cins olarak da kaldın. Kimler yanmadı senin için, kimler gönül düşürmedi… Ama o kuruyası huylar, orada burada ettiğin laflar, yediğin haltlar var ya… Hep gözden düşen oldun, gözden düşeni gönül neylesin. Gel sözümü dinle ve gün yükselmeden yola çıkalım ve varalım köye. Elin elime değmedi, soluğun soluğuma karışmadı; Allah’ı şahit tutalım, yemin kasem edelim… İnanırlarsa ne ala, inanmazlarsa kader diyelim. Hadi Ali, düşelim yola… Gelme şu SIRIK MEMET’ in oyununa…”

(Devam edecek)

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26