banner94
  

                                   HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA…

                                             ( 7. Bölüm )

 

BAŞIBOZUK ne diyor: “  Yiğitlik yapımda var, eşkıyalık yaptıklarımda…”

 

Yanan kor ateşlerin közünde besili kuzular çevriliyordu; et kokusu dağı taşı tutmuş, kurt kuş nasiplenmek için mağara çevresine toplanmıştı. Pilavlar kaynatılıyordu geniş kazanlarda; testi, testi ayran ve şarap konulmuştu kurulan sofralara. Geniş tepsiler içinde güz sonu meyveleri, yemişleri çoktan yerini almış, renk cümbüşü halinde beklemekteydi köşelerde.

Ne olacak, arazisi geniş ve sulaktı KARAKAMIŞLI’ da, köylülerin özene bezene güdüp yetiştirdiği koyun sürüleri de dağda taşta gani. Hangi çoban karşısına çıkan eşkıya sürüsüne koyunun en etlisini, kuzunun en besilisini vermem diyebilir, karşı gelir, ayak direyebilirdi: Hiç kimse…

Hangi bağ, bahçe ve bostan sahibi teklifsizce arazisine giren, sebze, meyve ve yemişlerin en irisini, en olgununu seçip alan, eyvallah demeden çekip giden bu eşkıya sürüsüne ne yapıyorsunuz diye çıkışabilir, parasını öde teklifinde bulunabilirdi: Yine hiç kimse…

Hele de Kara Malik’in ordusunu darmaduman ettiği duyulmuş, Kara Malik’in yaralı olarak kaçtığı, Hüdaverdi’nin bir avuç adamıyla geri çekildiği haberleri dalga, dalga her bir yana yayılmış ve açılan ağızlardan işiten her kulağa ulaşmışken; kim ne diyebilir, kim karşı koyabilirdi: Cevap, yine hiç kimse…

Bu yenilginin sonuçları ayaz olup çalmıştı akılları, korku olup sis gibi çökmüştü yüreklere. KARAKAMIŞLI kara yas içine girmişti; her ne kadar belli etmiyor olsalar da, kara haber matem olup her eve düşmüş, her ocakta bu matemin çorbası kaynıyor, bacalardan bu yasın dumanı tütüyordu.

Bu öyle bir haldi ki, doğan her gün BAŞIBOZUK ve şürekası için ışıyor, her gün onlar için köy basma, yol kesme, verenden olanı, vermeyenden zorla elindekilerin hepsini alma günüydü. Her gün onlar için şölen, her gün onlar için ziyafetti artık; toplanan ganimetleri pay etme, ele geçirdikleri altınları üleşme günüydü. Devir BAŞIBOZUK devri olmuş, devran onun namı üzerine dönmeye başlamıştı.

BAŞIBOZUK kurulduğu köşede ayaklarını uzatmış keyifle seyrediyordu birazdan başlayacak olan şölen hazırlıklarını. Yiğit adamdı, boylu postlu, güçlü kuvvetliydi; uzaktan görenler ürker, yakından bakanlar titrerdi. Kıvır, kıvır siyah saçları, dudağını örten pala bıyıkları vardı; kara iri gözleri delice bakar, ağzı da yerine göre laf yapardı.

Yiğitlikle yakışıyordu kendisine ama eşkıyalığı da kendisi şu sözleriyle yakıştırıyordu: “ Yiğitlik yapımda var, eşkıyalık yaptıklarımda…” Hoyrat bir kahkaha salıverirdi bu sözü her ettiğinde. SIRTUTAN acı, acı gülümserdi onun bu haline; dudaklarında ‘seni anlıyorum’ ifadesiyle birlikte. Nasıl anlamasın, otuz yılı bu dağlarda onunla geçmişti.   

Eli erbap eşkıya sürüsü eşek arıları gibi dönüp duruyordu ortalıkta; kimi ocak başında kuzu çeviriyor, kimi koca kazanlarda pilav pişiriyordu. Kimi salata hazırlarken, kimi çalıntı meyve ve yemişleri yıkamakla meşguldü. Yanı başında oturan en güvendiği üç adamı da bu durumdan hayli memnun, keyiflerine diyecek yoktu. Kimdi bunlar; KESKİNBIÇAK, NEMKAPAN ve SIRTUTAN…

BAŞIBOZUK bu üç azılı eşkıya ile kurmuştu çetesini, namını da bu üç gözü kara adam sayesinde duyurmuştu cümle âleme.

Adı üzerinde KESKİNBIÇAK ünlü bir bıçak ustasıydı, hem bıçağın en iyisini en keskinini yapar, hem de kurşun gibi atar ve saplardı hedefine.

NEMKAPAN havayı öyle güzel koklardı ki, dostun yaydığı samimiyetle, düşmanın çıkardığı o kekremsi ve nahoş kokuyu hemen sezer, tedbirini alır, anında yatardı pusuya. Kurduğu pusu günlerce sürer, o kişiyi bıkıp usanmadan yoklar, takip eder ve yakalardı suçüstü.

BAŞIBOZUK’ un çocukluk arkadaşıydı SIRTUTAN, her şeyini bilirdi ama rüyasında bile sayıklamazdı bildiklerini; öylesine sır küpü. Bugünkü kadar güçlenmedikleri, nam salmadıkları zamanlarda çok yakalanmıştı Hükümdar Molla Duran’ ın adamlarına. Ağzından tek kelime çıkmamış, hatta BAŞIBOZUK için:

“ Tanımıyorum, bilmiyorum…” bile dememişti.

BAŞIBOZUK her şeyin tamam olduğu bir sırada, adını koyamadığı bir şeyin eksikliğini hissetti; neydi eksik olan… Bakınmaya başladı etrafına, kuzular nar gibi kızarmıştı, köze düşen her damla yağ mis gibi kokular yayıyordu etrafa. Pilav pişmiş, geniş tavalarda dinlenmeye bırakılmıştı, buğusu üzerlerinde… Yoğurt kâselerde, ayranlar, şaraplar testilerde… Her çeşit meyve, yemiş tepsilerde… Tatlı dersen, balın baklavanın haddi hesabı yok… İyi güzelde aklına gelip de bulamadığı, diline düşüp de söyleyemediği eksiklik neydi? Sonunda dayanamadı ve sordu.

“ KESKİNBIÇAK, sana göre bir eksik var mı?”

BAŞIBOZUK’ tan böyle bir soru beklemeyen KESKİNBIÇAK önce şaşırdı, sonra etrafına bakındı, olup biteni şöyle bir gözden geçirdi.

“ Daha ne olsun, her şey bola bol var… Ha… Ortada oynayan üç beş kadın olsaydı, deme gitsin…” Çürük dişlerinin hepsini göstermek istercesine ağız dolusu gülmeye başladı.

Her zaman kaşları çatık, yüzü asık, gözleri kısık olan SIRTUTAN hemen doğruldu kaykıldığı çıkıntının dibinden.

“ Sakın ha… Kadın lafını bir daha etme… Eşkıya milleti için kadın ya darağacında sallanmaktır, ya da mahpus damında çürümek… Eşkıyanın hayatına kadın girerse ya koynunda namını unutur; ya kokusunda ruhunu kaybeder.”

 

NEMKAPAN’ da arka çıktı SIRTUTAN’ a.

“ Bunu yaşayan bilir, SIRTUTAN çok yaşadı… Yemeğe oturmadan anlat hele, baksana birileri unutmuş…” derken takdir dolu gözlerle baktı SIRTUTAN’ a.

“ Nesi anlatayım…” dedi SIRTUTAN ellerini iki yana açarak. “ Anamın elini öpmeye, hayır duasını almaya gittim; kendimi mahpushanede buldum. Bacımı özledim, yeğenlerimi göresim geldi, yağlı ipi boynumda buldum. Sağ olsun BAŞIBOZUK darağacından zor aldı… Benimde bir yârim olsun istedim, gönlümü açtım yaramadı, yaralandım; bir başkasını canan bildim, canımdan olacaktım. Eşkıya kadın diyecek olursa önce kabrini kazacak…” durdu, etrafına buğulu gözlerle baktı ve “ Eşkıyalığın sonu yok hepimiz farkındayız ama eşkıya yol kesecek, köy basacak ki adam yerine konulsun, sonuna namıyla nokta koysun.”

Onları yan gözle izleyen BAŞIBOZUK gür ve şen sesiyle söze girdi.

“ Buldum eksikliği, nerede bizim KEDERLİ, ortalıkta görünmüyor.”

KESKİNBICAK düştüğü çukurdan kurtulmuş kedi gibi atıldı. Ettiği lüzumsuz sözün altında kalmaktansa, bir başka sözün sahibi olmak evlaydı.

“ Ben de düşünüp duruyordum eksik ne diye; şimdi bende fark ettim neyin eksik olduğu…” Sofra kuranlara seslendi. “ Hey, bakın buraya… KEDERLİ’ yi bulup getirin.”

İçlerinden biri tuttuğu işi bırakarak koşturdu, bir yandan da.

“ Öbür mağarada atları tımar ediyordu Ağam.” Diye açıklama gereğini duydu.

KEDERLİ çağırıldığı zaman sazını da kapar koşar gelirdi; bilirdi BAŞIBOZUK Ağası ya efkârını dağıtacak, ya neşesine neşe katacak. Çok geçmeden mağaranın giriş kapısında sazı elinde göründü.

Kurulu sofralara oturdular, nar gibi kızarmış kuzu etlerini iştahla yediler, pilavı kaşık, kaşık yuttular. Ayranlar içildi, şarap testileri başa dikildi, KEDERLİ hem yedi hem içti, hem çaldı hem söyledi. Çok yiyenler şişkinliğini gezinerek giderdi, çok içenler ya sızdı kaldı, ya bir çalı arkası bulup içindekileri boşalttı. Hava kararmaya başlayınca yağ kandillerini yaktı ayakta ayık kalanlar, daha sonra derin bir uykuya çekildi BAŞIBOZUK çetesi. Artık mağara çevresine nöbetçi koymak gibi bir dertleri de kalmamıştı.

Hayat koskoca bir nehirdir, akış sesi duyulmayan akış hızı görülmeyen ama hep akan, içinde olanlarla birlikte hep yaşayan ve yaşatan.

GÜLERYÜZ köyünden gelen ulağın getirdiği haberden ve yolda işitip ilettiği sözlerden en çok etkilenen vezir olmuştu; gözlerini önündeki halıya dikmiş ve öylece kalakalmıştı. Ulak görevliler tarafından misafirhaneye götürüldükten sonra çöken sessizliği ilk bozan kız yüzlü kâtip oldu.

“ Hükümdarım sırada bekleyen yok, arz ederim...”

Hükümdar da dalgındı, ateşler içinde yanan vücudunu unutmuş, ağrılarını sızılarını da ertelemişti bir müddet; susmuş ve durmuştu. Kâtibin sesini duymuştu duymasına ama cevap vermekte içinden gelmemişti. Kâtip bir müddet masmavi gözlerini Hükümdara dikerek bekledi; ne diyecekti…

Hükümdardan ses çıkmayınca çekinerek tekrar etti sözlerini.

“ Hükümdarım, sırada bekleyen kalma…” demesine kalmadan Hükümdar sağ elini kaldırarak sözünü kesti.

“ Tamam, anlaşıldı…” dedi ve birden ayağa kalktı. “ Danışmanlara haber verin, akşam toplanacağız.” Sert adımlarla odadan çıkıp, binanın ailesine ayrılan bölümüne geçerek gözden kayboldu.

Vezir oturduğu yerden kalkamamıştı; iri yarı görevli ve kâtiplerde kımıldayamadı o kalkmayınca.

“ Toplantıdan önce danışmanlar benim odama gelsinler, akşama hazırlık yapmak istiyorum.”

İri yarı görevli hemen fırladı ve binanın danışmanlara ayrılan bölümüne geçti. Vezir de ardından salondan çıktı, derin düşünceler içindeydi. Kurdukları bunca yıllık düzeni bir haber ve üç nasihatle yıkmaya kalkmıştı bıyıkları yeni terleyen bir ulak. Kızgındı, öfkeliydi… Yolda tanıştığı yaşlı bir köylünün ettiği iki sözü, dağ başında koyunlarını güden yaşlı bir çobanın verdiği nasihatleri aktararak, hayallerini, tasavvurlarını, kurguladığı ve hayata geçirmek için yıllarca uğraştığı şu canım düzeni yerle bir etmeye, çerçöp haline getirmeye yeltenmişti. Yoksa yıkmış, göçürmüş müydü? Boşluğa düşmüş gibi hissetti kendisini, tutunacak yer arıyordu ama boşlukta ele geçen bir şey yoktu ki…

Ne demişti yaşlı adam; ‘ eşkıyalık huy değil, alışkanlıktır; huy değişir belki ama alışkanlık asla…” Şimdi ne demekti bu, GÜNGÖRENLER ülkesinde eşkıya mı kalmıştı ki, bu adam böyle bir laf ediyordu. Hem de görmediği, bilmediği bir yaralı adam için söylüyordu bunu. Elli yıl olmuştu barışın, huzurun, güvenin hayat olarak yaşanmaya, hava gibi solunmaya, su gibi içilmeye, ekmek gibi yenilmeye başlanalı.

Artık ölen eceliyle ölüyordu bu ülkede… Ne soyan kalmıştı ne soyulan, ne vuran vardı nede vurulan… Yol yolcuyu bekliyordu güven içinde, yolcu yolda yürüyordu huzur içinde…

Şu sözde takılıp kalmıştı aklına;‘ Bahtına sahip çık oğul, bahtına sahip çıkanların payitahtı olur…’ Doğru düne kadar herkes Hükümdarın oturduğu şehre payitaht diyordu; bu ülkenin veziri olarak düşünüp taşınmış ve ŞEHRİHUZUR olsun istemişti. Hükümdar da ikna olmuş ve bu adı birlikte koydurmuşlardı. Kimseden de ses çıkmamış, herkeste uygun bulmuştu. Ne demek istemişti bu yaşlı adam bahtına sahip çıkanların payitahtı olur demekle… ŞEHRİHUZUR deyince payitaht olmaktan mı çıkıyordu bu şehir: Hayır…

Hele şu yaşlı çobanın dedikleri yenilir yutulur cinsinden değildi; ‘ Dağda kurt varsa sürüyü köpek korur ama akıllı çobanda şarttır… Hayat ihtiyaçlar üzerine kuruludur…’ Bak hele, sürü gütmekle, ülke yönetmeyi aynı kefeye koyuyordu bu çoban. Akıl alır gibi değildi ‘ Barış korkaktır, naziktir, zayıftır; çabuk kaçar, kolay darılır, hemen kırılır…’ demesi. Barış en büyük, en güçlü ordudur diyen ve uygulanmasını isteyen kendisiydi… Bu yaşlı çoban bir vezire kinaye olsun diye vermiş olmalıydı bu nasihati. Hükümdara söylemesini de bu yüzden istemiş olabilirdi. Masasının başına geçip oturunca gelecek danışmanlara ne diyeceğini düşünde, söze nasıl başlamalıydı; haber önemli gibi görünse de içi boştu. Yaralı bir adamın yarı baygın bir köye gelmesi Hükümdara ulaştırılacak bir haber gibi görünmüyordu ama hiç kimsenin tanımıyor olması, yarasının kılıç veya mızrak yarası olması endişe vericiydi. Ulağın tembih üzere söylediği sözlerle başlasa bu da hoşuna gitmiyordu… Konuya giriş cümlesini zihnine yerleştirmeli ve öyle başlamalıydı konuşmasına. Ah rahmetli babası olsaydı, hemen bir çare düşünür, bir çıkar yol bulur, ortalığı düzene sokacak bir cümle kurardı. Giden gelmiyordu ki; birden gözleri parladı, rahmetli babasının bir sözünü hatırlamıştı fakat birden toparlayamadı. Yöneticiyi ilgilendiren bir sözdü ama doğrudan değil, dolaylı bir anlatımdı. Madem bir çobanın sözü etkilemişti hem kendisini, hem de Hükümdarı, hatırlamaya çalıştığı söz daha etkili olabilir, duydukları sözü kenara itebilir, etkisini ortadan kaldırabilirdi.

Danışmanların gelişi biraz uzun sürdü; bu gecikme vezirin işine gelmiş, hafızasını dipten ve derinden karıştırma fırsatı vermişti. İlk danışman saygılı bir biçimde odaya girerken babasının ettiği söz de aklına geliverdi.

“ Hah…” dedi vezir gayrı ihtiyari. Danışman kendisine bir şey söylendiğini sanmış olacak ki.

“ Buyurun efendim…”

“ Yok, bir şey… Rahmetli babam söylerdi aklıma o söz geldi, bak nasıl… Akıllı çok bilen değil, bildiğini yeri gelince söyleyendir; cahil az bilen değil, bildiğini her yerde söyleyendir… Nasıl beğendin mi?”

Tıknaz danışman hiçbir şey anlamamıştı, ne akıllı vardı aklında ne cahilin neyi nasıl söylediği; ama karşısında vezir vardı, ne desin…

“ Çok güzel efendim… Allah babanıza rahmet eylesin.”

Vezir onu işitmemişti bile; bu söz içine düştüğü durumu düzeltir miydi, yoksa temelli içinden çıkılmaz hale mi getirirdi. Babası bu sözü hangi durum ve şartlarda söylerdi; bir hatırlayabilse…

( Devam edecek…)

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26